… O gece, Ramazan ayının 27. gecesiydi, yani İslam geleneğinde ‘Kadir Gecesi’ olduğu tahmin edilen ve ‘bin aydan hayırlı’ olan gece. Gece boyunca Selahaddin’in askerleri Haçlı ordusunun çevresini sessizce kuşattılar. Günün ilk ışıklarıyla birlikte saldırı da başladı. Ve 90 yıl önce Filistin topraklarına büyük bir zaferle girmiş olan Haçlı ordusu, aynı derecede büyük bir bozguna uğradı. Haçlı askerlerinin hatta şövalyelerinin önemli bir bölümü göle(Taberiya Gölü) ulaşmaya çalışırken boğazlandı, bir kısmı savaşırken öldü, bir kısmı da teslim oldu. Yıl 1187’ydi. 1095 yılında Avrupa’dan yola çıkan ve 1099 yılında Kudüs’e ulaşarak buradan Antakya’ya kadar uzanan bir coğrafya üzerinde görkemli bir Haçlı Krallığı kuran Batılı Hıristiyanlar, aradan geçen 88 yıl sonra büyük bir yıkıma uğramışlardı. Haçlılar 88 yıl önce ilk geldiklerinde Kudüs’ü almayı başarmışlardı, çünkü etraflarında birleşik bir İslam ordusu yoktu.
Ortadoğu’daki Müslüman emirlikleri birbirleriyle çekişmekten Haçlılara karşı direnmeye zaman bulamamışlardı. Ancak Haçlıların acımasızca döktükleri Müslüman kanları, ümmetin dört bir yanında tepki uyandırmış ve bunun sonucunda da birleşik bir cihad ilan edilmişti.Kurtarılan Kudüs 8 asır daha Müslümanların egemenliğinde yaşadı.. Ta ki, Yahudiler bir ulus-devlet oluşturmaları gerektiğini anlayıncaya kadar.
Yahudiler, Hıristiyan Avrupa’da yüzyıllar boyu dışlanmış ve gettolaşmış bir toplum olarak yaşadılar. Modernizmle birlikte ‘millet’ kavramı oluştu ve millete dayalı bir ulus-devlet modeli gelişti. Sonuç olarak Yahudiler için de bir ulus-devlet modeli oluşturulmalıydı. Yahudi ulusunun ve hatta Yahudi ırkının asimilasyondan ve antisemitizmden kurtularak yaşamını sürdürmesi için bir ülkeye ve devlete ihtiyacı vardı. Peki, bu devlet nerde kurulmalıydı? Karar verildi:
FİLİSTİN..
Çünkü zaten Filistin 19 yüzyıl önce Yahudilerin vatanıydı; MS 70 yılında Romalılar tarafından bu kutsal diyardan sürülerek diasporaya dağılmışlardı.
İsrail’in bugün Filistin topraklarının çok büyük bir kısmını işgal ettiğini görüyoruz. Birleşik Müslüman Ordusunun dağıldığını ve Arap topraklarının işgal edilmesiyle Ortadoğu’nun karıştığını analiz edebilmekteyiz. Ortadoğu analizinde iyi bir tespit yapabilmek için, olaylara 1948 ile başlamakta fayda var.
Arap rejimlerinin 1948 Savaşını kaybetmeleri ve İsrail’in uyguladığı ‘etnik temizlik harekatına’ (Filistin’deki) seyirci kalmaları, Arap dünyasında ciddi siyasi tepkiler doğurdu. 1950’lere dek Ortadoğu’da, İngiltere ya da Fransa tarafından sömürgecilik döneminde yaratılmış olan monarşiler vardı. Bu monarşilerin hemen hepsi, batıyla iyi ilişkiler içinde olan krallar tarafından yönetiliyordu.
Arap dünyası 1950’lerin başından itibaren, İsrail’e ve onun en büyük destekçisi olan Batıya karşı sert bir söylem geliştiren radikal milliyetçi akımların gelişimine şahit oldu. Bu radikalizasyon dalgası bir domino etkisi içinde tüm Ortadoğu’yu sardı.
1952 yılında Mısır’da, İngiltere tarafından tahta oturtulan ve ‘İngilizlerin adamı ‘ sıfatını koruyan Kral Faruk, ordu içindeki milliyetçi ve anti-emperyalist bir cunta tarafından devrildi. İlerleyen yıllarda Suriye, sonra da Irak’ta mevcut krallıklar devrildi ve yönetim solcu/milliyetçi bir ideolojiyi benimseyen ‘Baas(Yeniden Doğuş)’ hareketinin eline geçti. Mısır’da iktidarı ele geçiren Cemal Abdünnasır, ‘Arap sosyalizmi’ ve ‘antiemperyalizm’e dayalı yeni bir söylemle tüm Arap dünyasını sarstı.
Nasır’ın yolunu izleyen Arap dünyası, İsrail’in mutlaka denize dökülmesini ve böylece işgal etmiş olduğu Arap topraklarının ‘kurtarılmasını’ hedefliyordu. Bunun içinde, İsrail’in en büyük destekçileri olan ‘Batılı emperyalistler’ den tamamen uzaklaşmaya karar verdiler. Giderek Sovyetler Birliğiyle, onun müttefikleriyle ve bağımsızlıklarını yeni kazanmaya başlayan Üçüncü Dünya ülkeleriyle ittifaklar kurmaya başladılar.
1956 yılında Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklamasıyla birlikte,İsrail ile ilk büyük karşılaşma yaşandı. Bu karşılaşmadan sonra Nasır, Süveyş Savaşından güçlenmiş olarak çıktı ve bu İsrail için büyük tehdit oluşturuyordu.
Mısır-Suriye ve Ürdün, İsrail’e karşı büyük bir saldırı başlatmaya hazırlanıyorlardı ki, İsrail ani bir karşı saldırı ile 5 Haziran 1967 sabahı savaşı başlattı. İsrail, 6 gün içinde topraklarını yaklaşık beş katına çıkardı. İşgal ettiği topraklar, Batı Şeria ve Gazze’yi yani Filistin’in 1948’deki işgal sırasında ‘eksik kalan’ son iki parçasını, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni ve Mısır’a ait olan koca Sina Yarımadasını içeriyordu.
Gelelim 1982 ve sonrasına…
1982’de İsrail’in Güney Lübnan’ı işgali ile, bölgenin güç dengesini değiştirecek Hizbullah 1985 yılında ortaya çıkmıştır.
İran+Suriye+Hizbullah bölgedeki Şii ittifakını oluştururken, İran’ın bölgedeki etkisinin artmasından rahatsız olan Suudi Arabistan+Ürdün+Katar+….+ ve diğer ülkeler bölgedeki Sünni ittifakını oluşturmaktadır. Her ne kadar daha batı yanlısı olsa da, Sünni ittifakının dünyada radikal İslami terör örgütlerine fonlama sağladığı bilinmektedir. Türkiye, Sünni-Şii çatışması haline dönen İran ile Suudi Arabistan’ın güç savaşında Arapların yanında olmayı seçti.
Peki, Türkiye neden böyle bir tercih yaptı?
Türkiye Sünni ittifakının içerisinde olmalıydı, çünkü Ortadoğu’da ‘Müslüman (Sünni) Birliği’ oluşturup liderlik vasfına sahip olabilecek stratejik konumu vardı. Bu yüzden de, Türkiye her ne kadar ‘insan hakları ve demokrasi’ söylemi içerisinde olsa da Ortadoğu’da asıl olan dini mezhep ayrımını ele alarak izlediği politikayı görmekteyiz.
İkinci bir Selahaddin Eyyubi Türkiye’den çıkar da Müslüman topraklarından yabancıları def edebilir diye mi düşünüldü acaba…?
MERVE KART
Selçuk Üniversitesi-Kamu Yönetimi
KAYNAKÇALAR
EROĞLU Cevat, İsrail’in Beka Stratejisi ve Kürtler, Kum Saati Yayınları, 3.Baskı