1878 Osmanlı- Rus Savaşı’nda Osmanlı’nın uğradığı ağır yenilgi, pek çok devlet tarafından yarı yolda bırakılan Osmanlı’ya, İngiltere’ye asla güvenmemesi gerektiğini acı bir şekilde öğretmişti. Daha 30 yıl önce Kırım Savaşı’nda omuz omuza Rusya’ya karşı çarpıştıkları İngiltere, şimdi Osmanlı’yı yüzüstü bırakmıştı ve en azılı düşman oluvermişti. Yıllardır süregelen dostluk ve ittifakın bozulması, yeni gelişmelere kapı aralayacak ve Osmanlı’nın paylaşılmasını hem geciktirecek hem de pahalıya patlatacaktı.
Tarihsel süreç incelendiğinde Orta Asya bozkırlarından Viyana kapılarına kadar kurulmuş Türk devletlerinin tarihi incelendiğinde, hiçbir ciddi ittifaktan söz edilemez. Bölgesel ve konjonktürel ittifaklar zamanla çökmüş, suni işbirlikleri bozulmuş, stratejik bir dostluk kurulamamıştır. Belki de bu yalnızlık psikolojisinin yarattığı bir durum olarak bilhassa Osmanlı’da bir müttefike kendini kaptırma ve aşırı güven sorunları ortaya çıkmıştır. İlk olarak Kanuni devrinde başlayan Osmanlı-Fransız ilişlileri bunun en somut örneğidir. Kanuni’nin Fransa’ya güvenerek başlattığı İtalya Seferi, Fransızların gereken desteği sağlayamaması yüzünden daha Korfu Adası önünde akim kalmış, tabir caiz ise başlamadan bitmiştir. 18. Yüzyılda ise İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın ısrarı ve İsveç’in Rusya’ya karşı iyi bir müttefik olabileceği düşüncesiyle başlatılan Prut Seferi (1711),geçici bir anlaşmayla sonuçlanmış, uzun vadeli hiçbir çıkar sağlamamış ve İsveç’in savaşlardaki başarısızlığı, Osmanlı aleyhine bir durum ortaya çıkarmıştı.
19. Yüzyılın başlarında ise Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla yeniden Batı Avrupa’ya çevrilen ilgi ve alaka, Osmanlı idarecileri ve aydınları arasında İngiliz hayranlığı başlatmış, kurtuluşun İngiltere’ye bağlı olduğu düşünülmüş, üstelik İngiltere’nin Osmanlı saflarında Kırım Savaşı’na dâhil olması, tüm bu düşünceleri pekiştirmişti. Fakat bu peri masalının da bitmesi uzun sürmeyecekti. Rusya’nın sudan sebeplerle başlattığı 93 Harbi’nde İngiltere’nin tarafsız kalacağını açıklaması Osmanlı tarafının tüm ümitlerini suya düşürecekti. Ruslar Çatalca civarında anlaşma yoluyla ancak durdurulabilmişti ve Osmanlı artık İngiltere’ye asla güvenemeyeceğini acı da olsa anlamıştı. Böylece Osmanlı-İngiliz dostluğu da sona ermişti. Fransızların dostluğu ise Napolyon Bonaparte’ın Mısır’a saldırdığı gün zaten bitmişti. Artık Osmanlı yalnızdı ve yeni bir politika ortaya koymak zorundaydı.
II. Abdülhamit’in dış siyasette olayların seyrine göre tavır alması, açık düşmanlık ve yakın dostluklardan uzak durması ve gerektiğinde büyük devletleri birbirine karşı kullanabilmesi oldukça işe yarayan bir hamledir. Zira daha önce görülmeyen bir şey gerçekleşmiş, Osmanlı, izlediği denge politikası sayesinde 30 yıllık Abdülhamit devrini ufak tefek sıyrıklarla kazasız belasız atlatmıştı. Abdülhamit’in, iktidarının sonlarına doğru Almanya’ya yakınlaşması tamamen stratejikti ve bölgedeki İngiliz çıkarlarına ağır bir darbe vurmaya yönelikti. Ancak kendisini deviren ekibin tarihten ders almayarak Alman hayranlığına soyunması, İngiltere, Fransa ve Rusya’yla aynı anda savaşa girmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirecekti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında ise Sovyet Rusya yakınlığı göze çarpar. İstiklal Harbi’nde Rusların yaptığı yardımlar bu yakınlaşmada etkili olmuş, Taksim Cumhuriyet Anıtı’na Sovyet askerleri de eklenmişti. Ruslar, Kapitalist Batı’ya karşı savaşan Türk hükümetine ciddi yardımlar yapmış, bolca cephane göndermişti. Fakat iki ülke arasındaki sıcak ilişkiler II. Dünya Savaşı sonrasında birden gerildi. Josef Stalin’in Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemesi, Boğazlardan üs talep etmesi Türkiye’yi Sovyet Rusya’dan uzaklaştırmıştı. Hemen akabinde ABD yanlısı politikalar hayata geçirilecek, NATO’ya girilmesiyle birlikte Batı Bloğu’nun bir üyesi haline gelinecek, Türkiye toprakları NATO füzelerine açılacaktı. Fakat ABD’ye aşırı bağlanmanın ve güvenlik politikalarını tamamen Amerikan dış politikasına göre tasarlanmasının bir bedeli olacaktı. 1961 Küba Füze Krizi’nde Rusya ve ABD boğaz boğaza geldiğinde, ABD hiçbir Türk yetkiliye danışmadan Türkiye’deki füzelerini söküyor, Türkiye’yi Rusya karşısında savunmasız bırakıyordu.
ABD’nin Türkiye’ye yaptıkları sadece bununla da sınırlı değildi. Johnson Mektubu olarak bilinen mektupta, ABD Başkanı, eğer Kıbrıs’a müdahale edecek olursa Türkiye’yi açıktan tehdit ediyor ve sopa gösteriyordu. Nitekim 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ABD ve NATO’nun aşikâre Rum tarafını tutması ve Türkiye’ye ambargo uygulaması her şeyi göstermektedir. Soğuk Savaş müddetince tamamen ABD’ye bağımlı politika izleyen Türkiye bunun zararlarını görmüş ve Soğuk Savaş sonrasında bağımsız dış politika geliştirmeye çalışmıştır.
Günümüzde özellikle Suriye meselesinde Türkiye ile ABD stratejik olarak aynı düşünse de uygulamada pek çok ihtilaf mevcuttur. Gerek eğit- donat projesinde, gerek güvenli bölge meselesinde iki ülke farklı düşünmektedir. Fakat yukarıda sayılan örneklere bakıldığında %100 uyumlu olmanın zararlarını da görmek mümkündür. İhtilaf olması farklı düşünmenin ve bağımsız davranmanın bir sonucudur ve oldukça mühimdir. Tarihsel süreçte de görüleceği üzere ittifak konusunda karşı tarafa ne kadar bağlanıldığı açıkça ortadadır. Bu tip durumların tekerrür etmemesi için bağımsız dış politika geliştirmeye önem verilmelidir. Zira uluslararası ilişkiler ebedi dostluk ve ebedi düşmanlıklara değil, devlet ve millet çıkarlarına dayanır. Bu dengenin kurulması ve devam ettirilmesi, Türkiye için azami önem taşımaktadır. (Akademikperspektif.com – 11 Ekim 2015 Makalesidir.)
TALHA ÇELİK
Kocaeli Üniversitesi,Hukuk