Richard Rosecrance 1986’da Tüccar Devletin Yükselişi: Modern Dünyada Ticaret ve Fetih kitabında “tüccar devlet” kavramını ortaya atıyor; ekonomik aygıtlarını dış politika belirleme, uygulama ve sürdürme konularında akılcı kullanan, bu aygıtlara gerektiğinde öncelik veren ve bu aygıtları yöneten akıllarla fikir alışverişinde bulunan bir devlet mekanizmasından bahsediyordu.
Özellikle modern dünyada zaman zaman kalem ve silahın parayı yeni maceralarında takip ettiği, zaman zaman da bu hareketlerde ona koruyucu bir kalkan oluşturduğu malum. Bu, İngilizlerin emperyal vizyonunda özellikle en ciddi örneklerini vermiş bir algı. Küreselleşme ve paranın serbest hareketinin ve bu hareketin boyutlarının artışıyla 20 ve 21. yüzyıllarda da bu manzara artarak devam etti. Tabi burada bir noktayı hatırlatmak gerek. Her ne kadar paranın hareketi hızlandıkça bu vak’a daha gözlemlenebilir hale gelmişse de biz çok daha öncelerinde İpek ve Baharat Yolları üzerinde mücadeleleri, Bursa, İznik, İstanbul gibi şehirlerin ticari öneminin de siyasi otoriteyi cezbeden önemli bir nokta olduğunu, Anadolu’daki ticaretin güvenliğinin devlet otoritesince ne denli ciddi sağlandığını, ortaya çıkan beklenmedik sorunlarda da devletin kendisi müdahil olarak ticari kayıpları karşıladığını biliyoruz. Tabi Batı’nın uluslararası ilişkileri de uluslararası ekonomi politikalarını da kendisiyle başlamış ve yalnız kendi etrafında döner kabul etmesi bahsettiğimiz tüccar devlet literatüründe bu noktalara pek değinilmemesine sebep olmuştur.
Ekonomik krizler, kırılgan koalisyon hükümetleri dolayısıyla hep diken üstünde ekonomisi, IMF ve Dünya Bankası ile çalkantılı ilişkileri derken bu günleri geride bırakan Türkiye’nin son yıllarda üst sıralara tırmanan ekonomisi ve dış ticaretteki etkinliği de bu kavram çerçevesinde tekrar gözden geçirilmeli. Raymond Aron’un bahsettiği bir nokta burada önem kazanıyor, o da devlet kademesinin ülkenin kaynaklarını harekete geçirebilme, hayata katabilme kabiliyeti. Önde gelen akademisyenlerin neredeyse hepsi gücü tanımlarken ekonomik gücü de genel manada gücün bir etmeni saymışlardır. Ancak devlet erkinin doğru motivasyonlar ve gereken imkânları sağlamak kaydıyla ülke içerisindeki potansiyeli harekete geçirebilmesi nispeten daha yeni altı çizilen bir faktördür. Bu anlamda son yıllarda yurtdışına düzenlenen gezilerde işadamlarının ve federasyonların katılımının artması, daha önemlisi bu gezilerin sayısı ve coğrafi kapsama alanının artması dikkat çekici.
Türkiye’nin GSMH’sinin 1975’te ticaret ancak yüzde 13’ünü oluştururken küresel ekonomik kriz öncesi 2008’de bu oranın yüzde 45’ler seviyesinde olması oldukça açıklayıcı bir istatistik olarak karşımızda. Bu istatistik içerisinde bir diğer önemli nokta ise Türkiye’nin ekonomik hareketliliğinde çeşitlendirmeye ve yeni bölgelere açılmaya verdiği önem. 1991’de Körfez Savaşı öncesi Ortadoğu ile olan ticaret toplam ticaretin yüzde 11’i iken bugün bu oran tüm ticaretin çeyreğine tekabül ediyor. Öte yandan 2008’de ilk kez AB ile ticaretin toplam ticaret içerisinde oranının yüzde ellinin altına düştüğünü, Rusya ve eski-Sovyet coğrafyasıyla, özellikle Türk Cumhuriyetleriyle ticaret artarken aynı zamanda Latin Amerika ve Afrika’da ciddi bir ticari etkinliğin sağlandığını ve oldukça sık karşılıklı iş gezilerinin düzenlendiğini unutmamak gerek.
Ülkemizde sık sık düzenlenen iş forumlarının, fuarların ve bölgesel ekonomik işbirliğini artırma yönünde toplantıların da Türkiye’yi özellikle Afrika, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar coğrafyası açısından bir ekonomik cazibe merkezi haline getirdiğini, bunun bölgesel siyasi etkinliğe de dolaylı etkisi su götürmez bir gerçek olarak karşımızda. Özellikle Latin Amerika ve Afrika ile olan ticaretin hacmi belki henüz istenen düzeyde olmayabilir ancak bunun bir taraftan Türkiye lehine asimetrik bir ticaret olduğunu, diğer yandan ise Türkiye’nin uluslararası varlığına yaptığı katkıyı akılda bulundurmak gerekiyor. Daha önceleri bu alanda oldukça aktif rol oynayan TÜSİAD ve TOBB gibi aktörlere ek olarak son dönemde MÜSİAD ve TUSKON gibi aktörlerin de aktivitelerindeki ciddi artışın sağladığı katkının altını çizmekte fayda var. Türkiye’nin BM güvenlik konseyine geçici üyeliğinden kendi coğrafyasındaki arabuluculuk çalışmalarına, oradan Brezilya, Hindistan gibi ülkelerle beraber dillendirilen gücün uluslararası dağılımında daha adil bir çözüm arayışı isteğine kadar tüm çalışmalarda bu coğrafyalardan gelecek uluslararası desteğin önemi oldukça büyük. Bu anlamda Özellikle Güney Amerika ve Afrika’da bazı ülkelerle kurulan ilişkilere istihza ile bakan çevrelerin bu iki faktör merkezli –Türkiye lehine asimetrik ticaret ve uluslararası arenada yeni destek noktaları edinme- bir gözden geçirme sürecine gitmelerinde fayda var.
Özellikle Soğuk Savaş süresince yalnız askeri gücünü bir varlık olarak öne süren ve diğer güç unsurlarından yeterince faydalanamayan Türkiye artık bölgesinde sivil toplum örgütleri arası ilişkilerle kalemini ve bahsettiğimiz ticari atılımla ekonomisini de dünyaya bir değer olarak sunuyor. Dolayısıyla bu Türkiye’nin kendini ve potansiyelini nasıl gördüğüyle de güvenlik kültüründeki kökten bir değişimle de oldukça ilgili bir konu. Ortaya konmaya çalışılan yeni vizyonda ekonominin, STK’ların ve genel manada Türkiye’nin ‘ince gücü’nün ya da ‘yumuşak gücü’nün kullanımı daha da ön plana çıkacak. Dünyada genel trendin de bu olduğu açık. Mesele bu ekonomik atılımı sürdürülebilir hale getirmek ve sosyal bağlar, entelijansiyanın doğru kullanımı ve askeri caydırıcılıkla en yüksek etkinlik noktasına çıkarmak. Eğer bir 2023 vizyonundan bahsedilecekse bu ögelerin bir arada kullanımının kilit rol oynayacağını öngörmek mümkün. (Akademikperspektif.com – 9 Ekim 2019 makalesi).
Göktuğ SÖNMEZ