Tunus’ta başlayan ve oradan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki bazı ülkelere sıçrayan Arap Baharı ardı ardına birçok iç savaşın yaşanmasına, devrilmesi mümkün görülmeyen birçok iktidarın devrilmesine neden oldu. Onbinlerce sivil yaşamını yitirdi. İç savaşın yaşandığı ülkeler çok büyük ekonomik kayıp yaşadılar. Siyasi dengeler ise tamamen değişti. Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Mursi ve İhvanı Müslimin’in iktidarı ele geçirmesiyle batı karşıtı söylemler gelişmişken askeri darbe sonrasında iktidarı ele geçiren Abdülfettah el Sisi ile birlikte batı karşıtı söylem bir anda kaybolup gitti. Yeni iktidar ABD’nin İsrail’in bölgesel meşruiyetinin güçlendirilmesi, petrolün batıya makul fiyatlarla ve güvenli bir şekilde aktarılması, ABD dışındaki ülkelerin Ortadoğu’ya hakimiyetinin engellenmesi gibi bölgesel politikalarıyla entegre oluverdi.
Ülkemiz de Arap Baharı sürecine ciddi şekilde müdahil oldu. Hükümet Arap Baharını başlangıçta demokratikleşme sancısı ve coğrafyada yaşayan insanların kendi kaderlerini belirleme çabası olarak yorumladı. Özellikle Suriye, Arap Baharını çok kanlı bir süreçte yaşadı. Suriye’de başlayan iç savaşın Suriye’deki siyasi iktidarın kısa sürede devrilmesine neden olacağı ve ülkenin demokratik seçimlerle yeni bir yapılanma içerisine girileceğine dair umut yerini onbinlerce insanın yaşamını yitirdiği bir trajediye bıraktı. Birleşmiş Milletler Raporlarına göre Suriye dışındaki mülteci sayısı milyonlara ulaştı. Suriye içerisinde de milyonlarca insanın öldürülme korkusuyla evlerini ve yurtlarını terk ettikleri belirtilmektedir. Suriye’de yaşanan iç savaşın “Arap Baharının en kanlı sayfası” ve “Ortadoğu’daki maskelerin düşmesi” şeklinde yorumlandığı görülmektedir.
Doksanlı yılların sonunda özellikle Suriye’nin PKK terör örgütünü kollaması ve Abdullah Öcalan’ın sınır dışı edilmesi taleplerini geri çevirmesi nedeniyle gerginleşen ve kriz noktasına varan ve güç kullanmanın konuşulmaya başlanmasına neden olan ilişkiler “komşularla sıfır sorun” ve “karşılıklı ekonomik bağımlılık” ilkeleri doğrultusunda karşılıklı olarak vizelerin kaldırılması ve ticari işbirliğinin arttırılması yönünde olumlu bir ivme kazanmıştı. Suriye’de çıkan iç savaş bu ilişkileri tam tersine çevirdi. Beşşar Esed’in sivil halkı da hedef alan saldırıları Türk hükümetinin Suriye’deki siyasi iktidarı düşman kabul etmesine, Beşşar Esed’in “zalim” olarak eleştirilmesine neden oldu. Suriye krizi bir dış politika sorunuyken yoğun göçün neden olduğu hareketlilik, sorunu bir anda iç politikada en çok konuşulan konulardan birisi haline getirdi.
Hükümet savaş mağduru olan insanlara kapılarını açarken aynı zamanda, Türkiye’nin Suriye’de istediği hiçbir şeyin gerçekleşmediği belirtilerek Türk dış politikası retorikle gerçeklik arasındaki makasın giderek arttığı gerekçesiyle eleştirildi.
Bugün Suriye’de yaşanan iç savaş Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren bir niteliğe büründü. Suriye’nin sınır komşusu olması bu sonucu kaçınılmaz kılan bir durumdu. Özellikle Halep kentinin düşmesinin Türkiye açısından büyük bir risk olacağı dile getirilmeye başlandı. Halep kentinin Beşşar Esed güçleri tarafından kontrol altına alınması ile Türkiye’ye çok büyük miktarda göçün gerçekleşeceği ve Türkiye’nin de bu insanları geri çeviremeyeceği dile getirilmeye başlandı.
Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılar için harcadığı yüksek miktarlı para da sorunun bir başka boyutu haline geldi. Birleşmiş Milletler çatısı altındaki ülkelerin bu husustaki isteksiz tavırları ve BM’nin yaptığı yardımın ise sembolik düzeyde kalması Türkiye’yi ciddi bir ekonomik külfetle de karşı karşıya bıraktı. Bu süreçte Türk hükümeti özellikle İslami duyarlılıkları ön plana çıkararak Türkiye’deki sığınmacılara tepki gösterilmemesi gerektiğini belirten bir politika takip etti. Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye yaptığı zorunlu göçte Müslümanlara verilen “Muhacir” sıfatını Suriye’den gelen insanlar için de kullandı ve il teşkilatlarında Suriyeliler için birçok yardım kampanyası da düzenlendi.
Soruna her neresinden bakarsak bakalım Suriye’de yaşanan iç savaş büyük bir insanlık trajedisidir. Türk hükümetinin insani duygularla yaklaştığı bu sorunun Türkiye’yi kısa sürede çok büyük bir ekonomik külfetle baş başa bırakması ve Birleşmiş Milletler’in konuya duyarsızlığı sorunu adeta tüm boyutlarıyla Türkiye’nin üzerine yıkmış durumda.
Bulundukları ülkelerden haklı ve zaruri nedenlerle kaçmak zorunda kalıp başka ülkelere sığınan yabancıların korunması ve onlara birtakım haklar sağlanarak hukuki statü tanınması ve uluslararası korumadan faydalandırılması insan hakları temeline dayanan bir duyarlılığın ürünüdür. Bu duyarlılığın yalnızca acıma hissiyle bir anlam kazanmayacağı, uluslararası örgütlerin ve devletlerin soruna insani gerekçelerle eğilmeleri ve bu kanayan yarayı durdurmaları büyük bir zaruret haline gelmiştir.
Bu çalışmada Suriye’de çıkan iç savaş nedeniyle Türkiye’ye zorunlu geçiş yapan ve Türkiye’de ikamet eden Suriyelilerin hukuki statüsü 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile tanımlanan hukuki statüler ekseninde incelenecektir.
1. “MÜLTECİ” ve “SIĞINMACI” KAVRAMLARI
Bir ülkede bulunan insanların “vatandaşlık” veya “yabancı” statüsünden birine tabi olduğu tüm dünyada görülen ve uluslararası hukuka yerleşen bir uygulamadır. Bir gerçek veya tüzel kişinin yabancılık vasfının tespitinin aynı zamanda vatandaşlık bağının tespiti olduğu belirtilmektedir. Devletler Hukuku Enstitüsü tarafından 1892 yılında Cenevre Toplantısında kabul edilen tanıma göre yabancı “Bir devletin ülkesinde bulunan ve o devletin vatandaşlığını iddiaya hakkı olmayan kimse” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanım esas alındığında bir kimsenin hukuki statü anlamında yabancı sayılabilmesi için “vatandaşı olunmayan bir ülke toprağında her ne sebeple olursa olsun bulunması” gerekmektedir. Vatandaşlık bağının bulunmadığı bir ülkede bulunan kişi, bulunduğu ülkeye sahip olan devlet açısından yabancıdır.
4817 Sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun’da yabancı “403 Sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’na göre Türk vatandaşı sayılmayan kişi” şeklinde tanımlanmıştır.
6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 3. maddesi uyarınca yabancı “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile vatandaşlık bağı bulunmayan kişi” olarak tanımlanmıştır.
Türk hukuku açısından “yabancı” sayılan kişilerin başka statülere bağlı olarak tanımlanması da söz konusudur. Yabancıların bir başka ülkede çeşitli sebeplerle bulunması durumunda bulunma sebebinin siyasi sonuçları kişilere yeni bir takım statüler tanıyabilir. Mülteci kavramı da bu statülerden birisidir. Mülteci statüsünü kazanan kişiler vatandaşlık statüsüne sahip olmamakta ama sadece yabancı statüsüne sahip olan kişilerin sahip olduğu haklardan fazlasına sahip olabilmektedir. Örneğin mültecilere belli şartların yerine getirilmesi halinde çalışma izni verilebilmekte, serbest seyahat hakkı tanınabilmektedir.
6458 Sayılı Kanun yürürlüğe girinceye kadar 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonunda belirtilen ciddi tehdit ve olgular nedeniyle Türkiye’ye gelen ve korunma talep eden yabancılar “Mülteci” ve “Sığınmacı” kavramlarıyla ifade edilmiş ve hukuki statüleri buna göre belirlenmiştir.
1.1. MÜLTECİ
Bulunduğu ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olmayan yabancı kişinin hukuki statüsü çeşitli kavramlarla ifade edilmektedir. Mülteci bu kavramlardan bir tanesidir. Mülteci “vatandaşı bulunduğu memlekette vuku bulan siyasi olaylar nedeniyle bu ülkeyi iradesiyle veya zorla terk etmiş ve yeni bir devletin vatandaşlığına geçmemiş ve herhangi bir devletin diplomatik koruması altında bulunmayan kimse” şeklinde tanımlanmaktadır. Mülteci bir kişinin vatandaşlık bağı ile bağlı bulunduğu bir ülkeyi çeşitli baskılar ya da etnik, dini ve başka nedene dayalı kovuşturmalar nedeniyle terk ederek, yabancı bir devletin topraklarına giren ve bu devletin kendisini korumasını isteyen kişi veya kişilerdir.
Türk vatandaşlarının ülke içerisindeki seyahatleri ve ikametleri hiçbir engele tabi değildir. Anayasa’nın 23. maddesi uyarınca “Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir”. Türk vatandaşlarının seyahat etme ve ikametgah seçme hakkı temel bir anayasal haktır. Bu hakkın sınırlandırılması istisnai durumlarda ve ancak kanunla mümkündür.
Yabancılar yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olmayanlar için ise durum farklıdır. Bu devletlerin egemenliği ilkesinin bir sonucudur. Yabancıların seyahat ve ikamet hakları Türk kanunları uyarınca düzenlenir ve yurda giriş yapan yabancılar Türk mevzuatına göre giriş yapabilecekleri gibi yurtta bulundukları müddetçe de Türk kanunlarına tabi olurlar. Bu kuralın uluslararası antlaşmalarla istisnasını oluşturan durumlar da söz konusudur. Türk iç hukukunda kamu güvenliği ve sağlığı gibi esaslar öncelenerek taraf olunan uluslararası antlaşmalara bağlı olarak düzenleme yapılması esastır.
Yabancıların Türkiye’ye girişi Pasaport Kanunu uyarınca düzenlenmiştir. Yabancıların Türkiye’ye girişi giriş kapılarından girme, pasaport ibraz etme ve vize alma gibi belli şartlara tabi tutulmuştur. Devletin bu kuralları değiştirme hususunda taraf olunan uluslararası antlaşmalara aykırı olmamak şartıyla tam bağımsızlığı söz konusudur. Örneğin güvenlik nedeniyle giriş kapılarından bir veya birkaçı kapatılabileceği gibi yeni giriş kapıları da açılabilir. Belli ülke vatandaşlarına vize muafiyeti tanınabilir. Mültecilerin hukuki durumu biraz daha farklıdır. Mülteci statüsü talep eden kişilerin pasaportsuz giriş yapmaları halinde cezalandırılmaması ve geldikleri ülkeye geri gönderilmemesi gibi ilkeler kabul edilmiştir. Bunun nedeni Türkiye’nin taraf olduğu ve Türkiye’ye belli şartlarda uluslararası koruma hukukunu uygulama yükümlülüğü veren mültecilerin statüsüne ilişkin uluslararası antlaşmalardır.
Mültecilerin koruma altına alınmasına ilişkin uluslararası düzenlemeler Milletler Cemiyeti döneminde gerçekleştirilmiş ve bu çalışmalar Birleşmiş Milletler Örgütü bünyesinde imzalanan antlaşma ile devam etmiştir. Birleşmiş Milletler bünyesinde imzalanan 28.7.1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme bu konuda evrensel nitelikli tek antlaşmadır.
Uluslararası hukukta mülteci tanımının başlangıçta Avrupa merkezli bir nitelik taşıdığı görülmektedir. Türkiye’nin 1961 yılında taraf olduğu Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonunda yapılan bu tanıma göre “1 Ocak 1951 Tarihinden önce Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle ırkından, dininden, vatandaşlığından, siyasi görüşlerinden veya belirli bir gruba ait olmasından dolayı zulme uğrayacağından haklı olarak korktuğu için bulunduğu ülkeyi terk eden yabancı mültecidir”. Cenevre Konvansiyonunda özellikle Hitler ve Mussolini’nin zulmünden kaçanları esas alan bir mülteci tanımlaması yapılmıştır. 2. Dünya Savaşından sonra Avrupa’dan başka ülkelere sığınan mültecilerin büyük kısmının geri dönmesi ve haklarının iade edilmiş olması nedeniyle 1967 yılında Cenevre Konvansiyonu’nun özellikle “toprak” ve “zaman” kriterlerine dayalı mülteci formülünün yetersizliği anlaşılmış ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Cenevre Konvansiyonu’na ek bir protokol yapmıştır. Türkiye tarafından 1968 yılında kabul edilen bu protokol ile “1 Ocak 1951” tabiri Cenevre Konvansiyonu metninden çıkarılmış ve mültecilik kavramı zaman unsuru yönünden geniş şekilde tanımlanmıştır. 1967 Protokolü ile akit devletlere coğrafi kısıtlama hususunda takdir hakkı verilmiştir. Buna göre akit devletler bir yabancının dünyanın neresinden geldiğine bakmaksızın mülteci statüsü tanıyabileceği gibi kişinin yalnızca Avrupa’dan gelmesi halinde mülteci statüsü verebilecektir.
Cenevre Konvansiyonu ve 1967 Tarihli ek protokolü Türkiye tarafından “coğrafi kısıtlama” çekincesiyle kabul edilmiş ve iç hukukta yalnızca Avrupa’dan gelenlere mülteci hakkı tanınması kabul edilmiştir.
Türkiye coğrafi konumu itibariyle Ortadoğu ve Asya’dan birçok insanın sığınmak istediği bir ülkedir. 1991 Tarihli Körfez Savaşından sonra Irak üzerinden, Arap Baharı adı verilen süreç sonrasında Irak ve Suriye üzerinden yüzbinlerce insan Türkiye’ye giriş yapmış ve halen Türkiye’nin çeşitli illerinde ikamet etmekte ve hatta çalışmaktadır. Bu kişilerin ülke içinde serbest dolaşımı, çalışması, hatta sağlık hizmetlerinden ücretsiz şekilde faydalanması hukuki statülerinin ne olduğu sorununu da gündeme getirmektedir. Türkiye’ye giriş yapan yabancıların sayısındaki artış nedeniyle mevzuatta değişiklik yapma zorunluluğu da doğmuştur. Yukarıda zikredilen Cenevre Konvansiyonu metninin “coğrafi kısıtlama çekincesi” ile kabul edilmiş olması nedeniyle Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle akın akın Türkiye’ye gelen Suriyelilere “mülteci” statüsü tanınması mümkün değildir.
Türk hukukuna göre mülteci statüsünün tanınabilmesi veya bir yabancının mülteci statüsü talep edebilmesi için aşağıdaki şartların gerçekleşmesi gerekmektedir:
- Yabancıyı mülteci kılan olayın Avrupa ülkelerinde meydana gelmesi gerekir. (Coğrafi kriter)
- Avrupa’dan Türkiye gelen ve mülteci statüsü talep eden kişilerin dini veya etnik nedenlerden ötürü yahut siyasi görüşünden veya sahip olduğu vatandaşlık statüsünden veya belirli bir gruba ait olmasından dolayı zulme uğrayacağından haklı olarak endişe duyulması zorunluluğu bulunmaktadır.
- Mülteci statüsü talep eden kişinin korkusunun haklı olması gerekir.
- Mülteci başvurusunda bulunan kişinin kendi ülkesini yukarıdaki şartlar nedeniyle terk etmiş olması gerekir.
- Mülteci başvurusunda bulunan yabancının kendi ülkesinin diplomatik himayesinden yararlanamaması veya söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istememesi gerekir.
Bu şartlar 6485 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda sayılmış ve mülteci statüsü tayini hususunda 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonunda belirlenen coğrafi bölge çekincesi aynen korunarak oluşturulmuştur.
Türkiye’de yabancılara tanınan mülteci statüsünün yasal dayanağını oluşturan Cenevre Konvansiyonu’nun çekinceli şekilde kabul edilmiş olması nedeniyle çeşitli nedenlerle Avrupa dışından gelen insanlara “mülteci” yerine “sığınmacı” denildiği görülmektedir. Bu kişilere sığınmacı denilmesinin nedeni 1994 Tarihinde yürürlüğe giren “Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar İle Topluca Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” tir.
6485 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda getirilen “Şartlı Mülteci” statüsü ile sığınmacı kavramı ortadan kalkmış ve aynı zamanda mülteci ve şartlı mülteci dışında “İkincil Koruma” adı verilen ayrı bir statü daha belirlenmiştir. Bu statüler dışında geçici koruma adı verilen ve esasen insani yardım eksenli geçici bir rejim de öngörülmüştür.
1.2. SIĞINMACI
Sığınmacı kavramının Türk hukuku açısından önemi Avrupa dışından gelen mültecileri ifade etmek için kullanılmış olmasıdır. Türk hukukuna göre sığınmacı mülteci tanımındaki şartları taşımakla beraber Avrupa dışında bir ülkeden gelen, güvenli üçüncü bir ülke bulunana kadar kendisine geçici oturma izni verilen kişiyi ifade etmektedir. Mülteci ile sığınmacı arasındaki fark Türkiye’den korunma talep eden yabancının geldiği coğrafi bölgeden kaynaklanmaktadır.
Türk hukukunda 1994 Tarihinde yürürlüğe giren “Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar İle Topluca Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” uyarınca Avrupa dışından gelen ve Türkiye’den korunma talep eden kişiler “sığınmacı” kavramıyla tanımlanmışlardır. Örneğin Afrika’nın herhangi bir bölgesinde Müslüman olduğu için toplu katliama maruz kalan ve bu tehlikeden kurtulmak için Türkiye’ye gelen kişiler “mülteci” olarak kabul edilmemekte ancak “sığınmacı” statüsüne sahip kılınabilmekteydi.
Mülteci statüsüne sahip olması mümkün olmayanlar için kullanılan sığınmacı kavramı 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte kullanım imkanını yitirmiştir. Bu yasa ile birlikte kendi ülkelerindeki sorunlar nedeniyle dini veya etnik aidiyet nedeniyle yahut belli bir sosyal gruba ait olmak dolayısıyla hayatından ciddi şekilde endişe ve korku taşıyan ve Türkiye’ye gelerek Türkiye’den korunma talep eden kişiler geldikleri yere göre “Mülteci” ve “Şartlı Mülteci” adı verilen statülere göre tanımlanmaya başlanmışlardır.
2. 6458 SAYILI YABANCILAR ve ULUSLARARASI KORUMA KANUNU KAPSAMINDA TÜRKİYE’YE YERLEŞEN SURİYELİLERİN HUKUKİ STATÜSÜ
Türkiye’nin komşu ülkelerinde yaşanan siyasi istikrarsızlık ve iç savaş, yabancıların Türkiye’ye girişin hızlandıran etmenlerden birisidir. Türk hükümetinin ülkelerinden toplu halde kaçan ve Türkiye’ye sığınan insanları geri çevirmemesi, aynı zamanda Türk halkının zaruri nedenlerle Türkiye’ye giriş yapan insanlara yardımseverlik ve merhamet duygularıyla yaklaşması Türkiye’yi yerleşme hususunda cazip bir merkez haline getirmiştir. Özellikle siyasi iktidarın Suriye’den gelen insanlara hiçbir etnik ve dini ayrım gözetmeksizin destek olması şeklinde belirginleşen politika, çeşitli illerde valilikler bünyesinde barınma kamplarının oluşturulması, ücretsiz yemek, barınma ve sağlık hizmetinden faydalanma gibi imkanların sunulması ve güvenlik olgusu Türkiye’yi göç alanı haline getirmiştir.
Bu hususlar nedeniyle iç hukukta mevzuat değişikliği yapılması zarureti doğmuş ve 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 11 Nisan 2013 Tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanun ile birlikte Pasaport Kanunu’nun bazı hükümleri yürürlükten kaldırılmış, Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun’da değişiklikler yapılmış, Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahatler Hakkında Kanun ise yürürlükten kaldırılmıştır. Yürürlüğe giren yasa ile yabancılar hukuku hususunda mevzuat dağınıklığının azaltıldığı görülmektedir.
6458 Sayılı Kanun yürürlüğe girmeden önce “mülteci” ve “sığınmacı” kavramlarıyla ifade edilen yabancı statüleri bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra 3 ayrı statü altında düzenlenmiştir. 6458 Sayılı Kanun’un 3. Kısımında “Uluslararası Koruma” başlığıyla yapılan düzenlemede “Mülteci”, “Şartlı Mülteci” ve “İkincil Koruma” adı altında yabancılar yönünden üç ayrı hukuki statü oluşturulmuştur.
6458 Sayılı Kanun yürürlüğe girmeden önce Danıştay vermiş olduğu kararda mülteci ve sığınmacı kavramlarını uluslararası hukukun yüklediği yükümlülük bağlamında birbirinden ayırmamış, her iki statünün dayanağının da 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonu uyarınca imzalanan sözleşme olduğunu, bu sözleşmenin yüklediği geri çevirmeme ilkesi uyarınca ülkeye korunma talebiyle giren yabancıların taleplerinin varlığı halinde statüsünün araştırılması ve bu araştırma sonucuna göre statü tayini yapılması gerektiğini belirtmiştir. Danıştay mülteciler için uygulanan kuralların sığınmacılar için de uygulanmasının hem uluslararası yükümlülüklerin hem de Türkiye’nin bir hukuk devleti olmasının zaruri bir sonucu olduğunu belirtmektedir. Şüphesiz bu ülkeye her canı isteyenin serbestçe gireceği ve hiçbir hukuki engelle karşılaşmayacağı anlamına gelmemektedir. Zira mülteci veya şartlı mülteci statülerinin tanımlanabilmesi için hem kişinin geldiği ülkede hem de kişinin şahsında varlığı aranan katliam, soykırım, iç savaş ve ciddi endişe ve korku duyma gibi önemli unsurlar aranmaktadır.
“Uluslararası Koruma” teriminin 6458 Sayılı Kanunun “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde “Mülteci”, “Şartlı Mülteci” ve “İkincil Koruma” statülerini ifade ettiği belirtilmektedir. Uluslararası koruma Türkiye’nin taraf olduğu Cenevre Konvansiyonu’nun yüklediği yükümlülüklerin de bir sonucudur.
Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 4. maddesinde düzenlenen “geri göndermeme ilkesi” uyarınca 6458 Sayılı Kanun kapsamına giren kişiler işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı veya ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatının veya hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemeyecektir. 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonu ile yalnızca mülteci statüsü talep edenlere yönelik kabul edilen “Geri göndermeme ilkesi” 6458 Sayılı Kanun ile mülteci, şartlı mülteci, ikincil koruma statüsüne tabi olanlar açısından da kabul edilmiştir. Ayrıca bu üç statü dışında tanımlanan geçici koruma altına alınan yabancıların da geri göndermeme ilkesinden faydalanma hakkı bulunmaktadır. Bu düzenleme kişilerin geri gönderilmesi halinde insan hakları ihlaline maruz kalma riskinin varlığı nedeniyle insan haklarını koruma düşüncesiyle getirilmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de bir gereği olarak değerlendirilmelidir.
1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme’nin 33. maddesinde mültecilerin sınır dışı edilmesi veya geri çevrilmesi “kamu güvenliğinin ve kamu düzeninin tehdit altında olması” hallerinde mümkün kılınarak istisnai hale getirilmiştir. İç hukukumuzda geri göndermeme ilkesinin yasalaşması da bu uluslararası sözleşmenin yüklediği bir yükümlülüğün sonucudur.
2.1. Mülteci statüsü
6458 Sayılı Kanun’un 61. maddesi uyarınca Cenevre Konvansiyonuna paralel bir düzenleme kabul edilmiş ve mülteci statüsü hususunda coğrafya kriterinin benimsenmesine devam edilmiştir. Kanunda mültecilik statüsünün hangi hallerde tanınacağı tanımlanmıştır:
“Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında mülteci statüsü verilir” denilmektedir.
Bir uluslararası koruma talebi olan mültecilik talebi valiliklere yapılmakta ve başvurular Göç İdaresi Genel Müdürlüğünce 6 ay içinde sonuçlandırılmaktadır.
Başvuru süresi boyunca mülteci talebinde bulunan kişilerin Türkiye’de ikamet etmeleri sağlanmaktadır.
6458 Sayılı Kanun uyarınca “mülteci” olarak kabul edilenlere yabancı kimlik numarasını içeren 3 yıl süreli kimlik belgesi verilmektedir.
Mültecilere valiliklerce “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme” de belirtilen seyahat belgesi düzenlenmektedir.
Türkiye’nin taraf olduğu 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonu ve 6458 Sayılı Kanun’un 61. maddesi uyarınca Suriyelilerin “mülteci” olarak tanımlanması “coğrafya kriteri” nedeniyle mümkün değildir.
2.2. Şartlı mülteci
6458 Sayılı Kanunun 62. maddesinde mülteci statüsüne sahip olmayı gerektiren şartlar aynen korunmuş, coğrafi ölçü esas alınarak Avrupa dışındaki ülkelerden gelip uluslararası koruma talep edenler için “Şartlı Mülteci” statüsü tanımlanmıştır. Şartlı mülteci statüsünün tanınabilmesi için kişinin Avrupa ülkeleri dışından gelmesi ve mülteci statüsü tanınmasını gerektiren somut şartların var olması gerekmektedir:
“Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında şartlı mülteci statüsü verilir. Üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir.”
Şartlı mülteci talebi de mültecilik talebi gibi valiliklere yapılmaktadır.
Şartlı mülteci statüsüne tabi olanlara birer yıl süreli kimlik belgesi verilmektedir. (m.83/2/
Şartlı mülteci statüsüne sahip kılınanlara kamu düzeni veya güvenliği nedeniyle belirli bir ilde ikamet etme, belirlenen süre ve usullerde bildirimde bulunma yükümlülüğü getirilebilmektedir. (m.82/1)
Şartlı mülteci statüsü tanınan kişiler güvenli bir üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar Türkiye’de ikamet etme hakkına sahip kılınırlar. Bu aynı zamanda geri çevirmeme ilkesinin de sonucudur.
Şartlı mülteci statüsünün tanınabilmesi için hem kişide hem de kişinin geldiği ülkenin siyasi şartlarında bazı unsurların gerçekleşmesi gerekmektedir:
- Kişinin Avrupa ülkeleri dışından bir yerden gelmesi gerekmektedir.
- Kişinin şartlı mülteci talebinde bulunması gerekmektedir. Bu statü kendiliğinden verilemez.
- Gelinen ülkede meydana gelen olaylar nedeniyle şartlı mülteci talebinde bulunan kişinin etnik kökeninden veya dini aidiyetinden veya tabiiyetinden veya bir toplumsal gruba aidiyetinden veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğraması muhtemel olmalıdır.
- Kişinin vatandaşı olduğu ülkeyi terk etmiş olması ve bu ülkenin korumasından faydalanamaması gerekir.
- Kişinin vatansız olması şartlı mülteci statüsünün sağlanmasına engel değildir. Vatansızlara da şartlı mülteci statüsü tanınabilmektedir.
2.3. İkincil koruma statüsü
6458 Sayılı Kanun ile yaratılan ikincil koruma statüsü mülteci veya şartlı mülteci şartları taşımayan ancak ülkesine geri gönderildiği takdirde ölüm cezasına mahkum olacak veya ölüm cezası infaz edilecek olan kişiler, işkenceye, insanlık dışı muameleye veya onur kırıcı davranışa maruz kalacak olanlar, uluslararası veya ülke genelindeki silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle şahsı zarara uğrayacak olanlar bulunduğu ülkenin korumasından faydalanamıyorsa veya oraya dönmek istemiyorsa statü belirleme işlemleri sonunda ikincil koruma statüsüne dahil edilmektedir.
İkincil koruma statüsü tamamlayıcı koruma olarak da adlandırılmaktadır. İkincil koruma yabancılara bireysel olarak uygulanan yani kitlesel göç hallerinde uygulanmayan bir korumadır. İkincil koruma statüsüne alınan yabancıların geri gönderilmemesi de geri çevirme yasağı ilkesinin bir sonucudur.
2.4. Geçici koruma
6458 Sayılı Kanunda Türkiye’ye giriş yapan yabancılar açısından “Geçici Koruma” adı altında farklı bir koruma tanımlandığı görülmektedir. Geçici korumanın sağlanabilmesi için yabancıların ülkesinden ayrılmaya zorlanmış olmaları, ayrıldığı ülkeye geri dönememeleri, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak Türk sınırlarına gelmeleri veya Türk sınırlarından içeri girmiş olmaları gerekmektedir. (m.91) Bu korumanın özellikle IŞİD terör örgütünden kaçan insanlar için uygulanması mümkün görülmektedir.
Bu kişilerin Türkiye’de ikametleri, ikamet etmeleri halinde uyacakları kurallar, hak ve yükümlülükleri ve Türkiye’den çıkışlarında yapılacak işlerle ilgili düzenlemenin Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirleneceği düzenlenmiştir.
Geçici koruma ile kitlesel olarak Türk sınırları içine giriş yapan yabancılara temel ihtiyaçlarını giderecek ve güvenliklerini sağlayacak insani yardım yapılmaktadır. Kişinin bu korumadan faydalanırken Türk sınırının dışına çıkıp tekrar girmesi halinde yeniden geçici koruma kapsamına alınması mümkündür.
3. SONUÇ
Arap dünyasındaki otoriter nitelikli iktidarların halk nazarındaki meşruiyetini yitirmeleri Arap Baharını tetikleyen unsurlar olarak değerlendirilmektedir. Ortadoğu halklarının otoriter rejimlere karşı duruşu ile başlayan ılımlı hava kısa sürede kaos ve anarşi ile yer değiştirmiştir. Ölümün sıradanlaştığı bu coğrafyada insanların hiçbir güvenliği kalmamış, siyasi iktidar boşluğunu terör örgütleri doldurmuş, bölgenin enerji kaynaklarının kullanımı çatışmada galip gelenlerin iradesine bağlanmıştır. Bugün IŞİD terör örgütünün milyarlarca dolarlık nakde sahip olduğu belirtilmektedir. Adeta korku filmi havasında işgal ettiği bölge halkının başını kesen, idam eden ve bu bölge halkını göçe zorlayan IŞİD tam da 11 Eylül kurgusuna uygun bir rol yerine getirmektedir.
Bu olaylar nedeniyle büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalan Türkiye 6458 Sayılı Kanunu yürürlüğe sokarak 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonunda kabul edilen Mültecilerin Hukuki Statüsü’ne Dair Sözleşmenin yüklediği yükümlülüklere paralel yeni statüler yaratmıştır.
Mülteci, Şartlı Mülteci ve İkincil Koruma adı altında nitelendirilen bu statülere göre Türkiye’ye Avrupa ülkeleri dışından gelen yabancılara “Şartlı Mülteci” statüsü için başvuruda bulunabilme hakkı tanımış olmaktadır.
Türkiye’de ikamet eden Suriyelilerin hukuki statüsü Suriye’de yaşanan iç savaşın yoğunluğu ve tehdidin vahameti ile birlikte tayin edilebilecektir. Türkiye’den uluslararası koruma talep eden Suriye vatandaşlarına şartlı mülteci statüsünün tanınıp tanınmayacağı Suriye’de iç savaşın boyutuyla ve bu savaşın yabancı kişiler açısından doğurduğu sonuçla yakından alakalıdır. Örneğin ülkesinde savaş var diye yerini terk edip Türkiye’ye yerleşen bir yabancıya salt bu nedenle şartlı mülteci statüsü tanınması mümkün değildir.
Türk dış politikasına hakim olan söylemler dikkate alındığında Suriye’de Baas rejimine demokratik muhalefet imkanının bulunmadığı, Baas rejimine bağlı güçlerin sivil ayrımı gözetmeksizin ülkenin birçok yerini bombaladığı ve binlerce insanın ölümüne neden olduğu, bu nedenle siyasi meşruiyetini yitirdiğinin vurgulandığı görülmektedir. Bu olgular nazara alındığında Türkiye’ye sığınan Suriyeli yabancıların şartlı mülteci statüsüne alınması için yeterli şartların mevcut olduğu değerlendirilebilir. Özellikle Baas rejimine muhalif olanların siyasi görüşleri nedeniyle zulme uğramalarının kuvvetle muhtemel olması Suriye’den Türkiye’ye gelen yabancılara şartlı mülteci statüsünün tanınmasını mümkün kılan bir faktör olarak değerlendirilebilir. Zira bu kişilere Baas rejiminin adil bir yargılama hakkı tanıyacağına veya demokratik bir muhalefete yaşam hakkı tanıyacağına dair hiçbir ümit belirtisi görünmemektedir. Türk hükümetinin Suriye krizine bakışı da bu yöndedir.
Yasada tanımlanan “siyasi görüşleri nedeniyle zulme uğrama” şartının oldukça geniş yorumlanmaya müsait olduğu ve doğrudan yabancının terk ettiği ülkenin hukuk kültürünü ve adli alt yapısını ilgilendirdiği görülmektedir. Bu nedenle yabancıların şartlı mülteci başvurusunun beden bütünlüğü, can güvenliği ve kişi özgürlüğü bağlamında müsamahakar bir şekilde değerlendirmesi mümkün olmakta, özellikle Türk hükümetinin Suriye olaylarına bakışı bu konuda belirleyici rol oynamaktadır denilebilir.
Siyasi görüş nedeniyle zulme uğrama korkusuyla terk edilen ülkeye iade halinde can güvenliğinin tehdit altında olması hususunda Danıştay’ın oldukça önemli kararı bulunmaktadır. Danıştay Uygur kökenli Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşı olan kişinin, Çin Halk Cumhuriyetindeki siyasi baskılardan kurtulmak amacıyla Türkiye’ye geldiğini, bu kişinin şartlı mültecilik başvuru süreci sonuçlanıncaya kadar Türkiye’de kalması gerektiğini belirterek ve sınır dışı etme kararını iptal ederek siyasi baskı nedeniyle oluşan risk ve tehlike halini şartlı mültecilik statüsü için ciddi bir neden olarak kabul ettiği görülmektedir:
“Uygur kökenli Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşı olan ve Çin Devletinin Uygur Türklerine yönelik baskısından kurtulmak amacıyla Türkiye’ye geldiğini iddia eden davacının, ülkesine iade edilmesi halinde baskı ve zulüm görme tehlikesi altında bulunması nedeniyle, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine yaptığı iltica başvurusu sonuçlanana kadar Cenevre Sözleşmesinin 33. maddesi (geri çevirmeme zorunluluğu) uyarınca üçüncü bir ülkeye gitmek üzere sığınma talebinin kabul edilmesi gerekirken, davacının sığınma talebinin reddedilerek, sınır dışı edilmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.”
Danıştay’ın bu kararının Suriye’deki Baas rejimine muhalif olduklarından dolayı korkuyla Suriye”yi terk edenler için emsal nitelik taşıdığı söylenebilir. Gerçekten de Özgür Suriye Ordusu’nun kontrolü altında bulunan bölgeleri sivil ayrımı gözetmeksizin uçaklarla bombalayan bir rejimin siyasal muhalefete yaşama şansı tanıyacağını söyleyebilmek son derece güçtür.
Suriyelilerin hukuki statüsünün kitlesel girişler halinde farklı bir hukuki statü ifade ettiği de belirtilmektedir. Şartlı mültecilik statüsünde kitlesel girişlerin düzenlenmemiş olması bu yöndeki başvuruların bireyselleştirilmesini gerektirir. Artan terör tehdidi nedeniyle kitlesel geçişlerin yaygınlaşması nedeniyle kitlesel şekilde giriş yapan kişilere uygulanan statünün geçici koruma olduğu belirtilmektedir. Hatta Avrupa Birliği İlerleme Raporunda kullanılan “mülteci” tabirinin bu gerekçelerle hatalı olduğu da belirtilmektedir.
Suriye’den Türkiye’ye gelen yabancılar açısından, geçici koruma statüsüne alınan kişilerin şartlı mülteci statüsünü kazanabilmelerinin mümkün olduğu, geçici koruma statüsüne alınanların şartlı mültecilik statüsüne alınmalarına engel olan bir yasağın bulunmadığı değerlendirilmelidir.
Türkiye’ye Suriye’deki iç savaş nedeniyle giriş yapmış olan bir yabancının Suriye’ye geri gönderilmesi, Türkiye açısından uluslararası bir yükümlülük ihlali sonucunu doğuracaktır. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 4. maddesi uyarınca mülteci, şartlı mülteci yahut ikincil koruma statüsüne sahip olan kişilerin ülkelerine geri gönderilmeleri hayatları veya hürriyetleri açısından bir risk oluşturacaksa geri gönderilmemeleri Türkiye açısından bir zorunluluktur. Ancak bu, bu statüdeki yabancıların ilelebet Türkiye’de ikamet etmeleri anlamına da gelmemektedir. Türkiye’de bu kişilere şartlı mülteci statüsü tanınmış olsa dahi bu geçici bir hukuki durumu ifade etmektedir. Şartlı mülteci statüsüne tabi kılınan bu kişiler güvenli bir ülkeye yerleştirilinceye kadar Türkiye’de ikamet edeceklerdir. Ayrıca uluslararası koruma statülerinden herhangi birisine tabi kılınan yabancı veya vatansızlar kamu düzenini ve güvenliğini bozacak eylemlerde bulunmaları halinde de bu statüleri iptal edilecek ve sınır dışı dahi edilebileceklerdir.
Birleşmiş Milletler’in, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin umursamaz tavrı ve Ortadoğu’daki diğer ülkelerin siyasi istikrarsızlığı şartlı mülteciler için güvenli bir üçüncü ülke bulmayı neredeyse imkansız kılmakta, bu ağır yük tümüyle Türkiye’nin omuzlarında kalmaktadır. (akademikperspektif 23 Şubat 2015 makalesi)
Av. FEYZULLAH CİHANGİR