Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Metin Aksoy: “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma arzusu tamamen bir dış politikadan ibarettir. Türkiye bu güne kadar gerçek anlamda bir Avrupa Birliği süreci veya siyaseti yürütememiştir. Türkiye’nin gerçek anlamda bir Avrupa Birliği üyelik siyaseti izleme süreci çok eskilere dayanmaz.”
Uluslararası sistemde dünyanın bir kısmının önce keşiflerle daha sonra da diğer bir kısmı sömürerek zenginleştiği gerçeği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları üzerine her ne kadar önemini yitirmiş olsa da; bugünün güçlü ülkeleri açıkça uygulamasalar bile ekonomik olarak hala sömürgeciliği kendi çıkarları doğrultusunda sürdürmektedirler.
Sömürgecilik bir ülkenin bağımsız olamaması ve daha güçlü bir ülke tarafından ekonomik çıkarlar için kullanılmasıdır. Sömürgecilik aynı zamanda ırkçılığı da beraberinde getirmiş, ırkların üstünlüğü fikriyle uzun yıllar boyunca desteklenmiş, sömürülen ülkenin insanı sömüren ülkenin en aşağı vatandaşından bile aşağıda görülmüştür. Hem ahlaka hem de insanların doğuştan sahip olduğu eşitlik kuralına aykırı olan sömürgecilik, sömürülen ırkların bilinçaltında hala etkisini sürdüren bir aşağılanmışlık hissi bırakmıştır. Bugün Afrika topraklarındaki Üçüncü Dünya devletlerinin, Batı’nın bu toprakları bölüşmek için masa üzerinde rastgele çizdiği sınırları değiştirmemeleri, sanayileşmiş ve kendini Birinci Dünya olarak adlandıran Batı ve komünist İkinci Dünya dışında kalan, gelişmemiş Üçüncü Dünya ülkelerinin bilinçaltında saklanan geri kalmışlık ve aşağılanmışlık hissinin bir örneğidir.
Üçüncü Dünya, gelişmiş Batı ve komünist İkinci Dünya dışında kalan, nispeten daha az gelişmiş, çoğu siyasi ve ekonomik olarak zayıf ve genel olarak GSYİH’nın 1.000 dolardan daha az olduğu ülkelerdir. Her ne kadar Üçüncü Dünya ismi Alfred Sauvy tarafından 1952’de ortaya atılmış ve kendine yer edinmişse de çoğu kişi bu terimden hoşlanmamış ve Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile ortada İkinci Dünya diye bir şeyin kalmaması üzerine ABD bu ülkeleri ‘Küresel Güney’ olarak adlandırmaya başlamıştır. Ancak gerçekte, başarısız ülkeleri de barındırmasının yanı sıra Küresel Güney ülkelerinin birçoğu bugün yükselen, Güney-Güney ticareti yapan, ekonomik bakımdan büyük bir potansiyele sahip olan ve 2050’li yıllarda uluslararası ekonomik düzene yön verecek ülkelerdir. Bugün gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüme hızı, Batılı devletlerin büyüme hızından daha fazladır. Çünkü eski sanayiye sahip ülkelerin teknolojiyi icat etmeleri gerekirken, gelişmekte olan ülkeler icat edilmiş teknolojiyi ithal edip sahip oldukları ucuz iş gücünü kullanarak ekonomik büyümelerini hızlandırmıştır. 2001’de Goldman Sachs ekonomisti Jim O’Neil’in Building Better Global Economic BRICs adlı eserinde bu ülkeleri ‘BRIC’ kısaltmasıyla tanımlamıştır. BRIC ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan (India) ve Çin (China) ülkelerinden oluşmaktadır. BRIC kısaltması bu ülkelerin ekonomilerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Sözü edilen 4 ülke, Rusya’nın çağrısı ile Yekaterinburg’da 2009 yılında yapılan ilk Zirve ile BRIC’i bir topluluktan uluslararası bir organizasyona dönüştürmüştür. 2011’de ise Çin’de yapılan 3. Zirve’de Güney Afrika (South Africa) bahsi geçen 4 ülkeye katılmış, BRIC adı BRICS olarak değiştirilmiştir.
BRICS ülkelerinin her birinin ekonomik olarak farklı özellikleri vardır. Örneğin Brezilya bir tarım ülkesi olup en çok ihracatı Çin’e yaparken, Çin BRICS ülkelerinin imalathanesi olup dışarıdan hammadde ithal etmek durumundadır. Aynı zamanda içeride ürettiği ürünleri dışarıya satan, ekonomisi ihraç yönlü çalışan bir ülkedir ve sanayi bakımından diğer üyelerle karşılaştırıldığında daha ileridedir. Rusya enerji (doğalgaz ve petrol) alanında, Güney Afrika maden bakımından zengindir. Hindistan ise hizmet sektöründe gelişmiş olup yazılım alanında en önde gelen ülkelerdendir. Bu durum adı geçen ülkeleri kendi alanlarında diğer BRICS ülkelerinden ileriye taşımaktadır. Herbir üye ekonomik alanda farklı şekilde etkinliğini sürdürürken, Çin ve Hindistan BRICS ülkeleri arasında en önemli yeri almaktadır. ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin raporuna göre 2030’a gelindiğinde –her ne kadar nasıl olacağı bilinmese de- uluslararası sistem değişmiş olacaktır. Şu anda ABD eskisi kadar baskın bir güç değildir. Ancak Çin de ABD ile mücadele edebilecek güce sahip değildir. Ayrıca 2050 yılına gelindiğinde ABD her ne kadar en güçlü ülke konumunda olacak olsa da bu gücü Çin ve Hindistan ile paylaşacaktır. Brezilya ise dördüncü ekonomik güç olarak Japonya’nın yerine geçecektir. Yani uluslararası sisteme çok kutupluluk hakim olacaktır. Şu durumda asıl merak konusu BRICS’in değişen sistemdeki rolünün ne olacağıdır. Ayrıca dünya gücü olma yolunda ilerleyen iki güç, Çin ve Hindistan’ın da uluslararası alandaki yeri gelecekteki sistem için bir ipucu olacaktır.
2013’te Afrika’da yapılan Zirve’de BRICS’in sadece diyalog platformu değil, dünya ekonomisi ve politikasında önemli bir yere sahip olan bir mekanizma olması gerektiği kararına karşın bugün BRICS uluslararası sistemi düzenleyecek güce sahip değildir. Ayrıca ortada şöyle bir soru da vardır: BRICS ortaya çıkan yeni güçlerin kolektif çıkarını gözeten bir kurum mu, yoksa üye devletlerin kendi bireysel çıkarlarını elde etmek amacıyla kullandığı bir araç mı? Esasen BRICS ülkeleri Batı menşeili modernleşmeye sırt çevirmiş olmalarına rağmen uluslararası düzende köklü değişiklikler yapmak ya da küresel sorunları Batı tarzından uzak bir şekilde çözüme kavuşturmak gibi bir girişimde bulunmamıştır. BRICS ülkelerinin başta gelen amacı ekonomik, ticari ve yatırım işbirliğini geliştirip derinleştirmektir. Aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerin söz hakkını kullanabileceği barışçıl ve çok taraflı bir uluslararası ortam, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişimini desteklemek, iklim değişikliğine karşı önlem almak, bütün terörist hareketleri kınamak ve uluslararası kurumların reformu BRICS ülkelerinin ortak amaç ve isteklerindendir. BRICS içinde ise üye ülkeler kendi ekonomik, politik ve sosyal gelişim yolunu belirleme hakkında sahiptir. Sorunların çözümlenmesi sürecinde ülkelerin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duyulur. Ayrıca her bir BRICS ülkesinin kendine has çıkarları vardır. Kısaca, şimdilik BRICS, üye devletlerin bireysel amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç olsa da 2050’ye gelindiğinde BRICS üye ülkelerin kolektif çıkarını gözeten bir kurum olarak dönüşecektir. Ancak bunun için üye ülkeler birbirine bağlı olmalı ve ekonomik açıdan birbirini tamamlayıcı olup organizasyon dışındaki herhangi bir ülkeye bağımlı olmamalıdır. Aynı zamanda kurumsal olarak bir vizyon geliştirmeli ve üye ülkeler adımlarını bu vizyon çerçevesinde atmalı. İlerleyen tarihlerde kurum içinde de rekabet söz konusu olacak, Çin ve Hindistan bu rekabet ortamının baş aktörleri olacaktır. Bunun sinyallerini Çin’in Hindistan’ın BM Güvenlik Konseyi’nde koltuk sahibi olmasına destek vermemesinde görebiliriz.
BRICS ülkelerinin farklı ekonomik alanlarda ileride olması üye ekonomilerinin bribirini tamamlayıcı olmasını sağlarken, sosyal ve politik farklılıklarsa BRICS için bir tehdit durumu oluşturmaktadır. Politik olarak Çin ve Rusya’da otoriter ancak ayakları yere sağlam basan bir yönetim varken, Hindistan, Güney Afrika ve Brezilya kağıt üzerinde de olsa daha demokratik yöntemlerle yönetilmektedir. Sosyal bakımdan ise Rusya Ortodoks, Çin Konfüçyüsçü, Hindistan Hindu, Brezilya ise Katolik bir toplum yapısına sahipken, Güney Afrika’da mezhep saptaması yoktur. Eğer ileride Türkiye BRICS ülkelerine katılmak isterse Müslüman bir ülke olması engel teşkil etmeyecektir. Zira BRICS kendi içinde bile dinsel, sosyal ve politik çeşitliliği barındırmaktadır. Ancak dinsel ya da sosyal olmasa da kurumun belli bir ideasının ve ülkelerin ortak ve sağlam bir amacının olmaması üye ülkelerin ortak değerler etrafında toplanmasını ve kurumsal bir kimlik inşa etmesini zorlaştırmakta, aynı zamanda organizasyon dışında kalan rakip ülkelerin eline de koz vermektedir. Özellikle Hindistan kendini diğer BRICS ülkelerine göre daha liberal olarak görmektedir. Hindistan Batı ile ilişkileri derinleştirmeye Çin kadar mesafeli durmamaktadır. Ayrıca Brezilya da Latin Amerika ve ABD arasında köprü olmayı istemektedir. Bu da ABD’nin BRICS ülkelerinin bu özelliklerini kullanıp değişen uluslararası ortamda kendi pozisyonunu sürdüreceğini göstermektedir. Ancak ABD’ye rağmen BRICS ülkeleri öncelikle uluslararası alanda ağırlığını koymalı ve ilerleyen tarihlerde ‘Batıcı’ uluslararası sistemin düzenini tekrar gözden geçirmeye kendini muktedir görmelidir. Zira her ne kadar çok kutuplu bir sistemin ayak sesleri duyulsa da BRICS ülkeleri sahip oldukları gücü kullanmalı, uluslararası alanda iddialarda bulunmalı ve yüzlerini Batı’dan çok gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelere çevirmelidir.
Çok kutuplu bir sisteme doğru giden uluslararası ortamda E7 (Emerging 7) konsepti bazı kurumlarca önemsenmekte ve yükselen 7 ülkenin (Türkiye, Rusya, Çin, Endonezya, Hindistan, Meksika, Brezilya) 2050’ye kadar G7 ülkelerinden %75 daha geniş olması beklenmektedir. Bu yüzden Türkiye de bu öngörüyü dikkate alıp ekonomik ilişkilerini bu görüşe göre düzenlemeli, kendine güvenerek Batı’dan tam olarak kopmadan BRICS ülkelerine (Özellikle Çin’e) Rusya ile olduğu gibi daha da yakınlaşmalıdır. Yukarıda bahsedildiği gibi ABD’nin uluslararası garantörlüğü önemini kaybetmiş, gelişmekte olan ülkeler umut verici şekilde yükselmeye başlamıştır. Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği hayali gerçekleşse bile AB tarafından belirlenen derogasyonlar sebebiyle tam bir entegrasyon sağlanamayacağı açıkça görülmektedir. Bu bakımdan Türkiye Batı ile olan gerek ekonomik gerekse politik ve kültürel bağını gevşetmeli ve yükselen güçlerle ekonomi ve politika alanlarında işbirliğine gidip çok kutuplu uluslararası ortamda kendi yerini sağlamlaştırmalıdır. (akademikperspektif.com 25 Şubat 2015 makalesidir.)
SEVGI ARAZ
Erciyes Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler