1945 yılında yaşanan II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa, savaşın etkisiyle birlikte güçsüzleşmiş ve yoksullaşmış olarak savaşı sonlandırmıştır. Bu sırada dünya yeni iki süper güçle tanışma fırsatını bulmuştu. Bunlar hiç şüphesiz ki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’ydi.
1870 ve 1945 yılları arasında üç kere savaşa tutuşan Almanya ve Fransa, aralarında gerçekleşen bu savaşları artık sonlandırarak kıtada beraber yaşamaları gerektiğinin farkındalardı. Evet farkındaydılar fakat yıllarca birbiri ile mücadele eden bu iki devlet nasıl olurda bu barış ortamını oluşturacaklardır. Çözüm önerisi ise Alman kökenli bir Fransız olan Robert Schuman’dan gelmiştir. Fransız Dışişleri Bakanı olan Robert Schuman, taraflara 9 Mayıs 1950’de bir öneri sundu. Buna göre, dönemin temel savaş sanayileri olan kömür ve çeliğin kontrolü, diğer ülkelerinde katılımına açık bir Avrupa örgütü dahilinde kurulacak olan, bir ortak yüksek kurula aktarılacak. Bu konuyla ilgili Almanya’nın Süddeutsche Zeitung gazetesinin 11 Mayıs 1950 tarihindeki manşetinde ‘‘Fransızların teklifi siyasi bir sansasyon’’ şeklinde yorumlamışlardır. Daha bir yıl bile olmamışken Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg bir araya gelerek 18 Nisan 1951 tarihinde Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (ECSC) kurmuşlardır. Yirminci yüzyılda birlik fikrinin desteklenmesinde ve oluşum aşamasında Schuman gibi düşünen ve bu düşünceye destek veren daha birçok isim bulunmaktaydı. Bunların başındaysa; Konrad Adenauer, Jean Monnet, Carlo Sfersa, Henri Spaak, Winston Churcill gibi isimleri sayabiliriz. Jean Monnet’nin hafızalara kazınan önemli bir sözü aslında AB’nin temel yapısını özetler nitelikteydi. Monnet o sözünde ‘‘Biz devletler koalisyonu kurmuyoruz, insanları birleştiriyoruz’’ söylemini kullanıyordu. Monnet’nin ne kadar da haklı olduğunu şimdiki AB’ye baktığımız zaman görmekteyiz. 28 üyeli ve insanlarının bir olduğu bir birlik konumunda.
Bu altı ülke 25 Mart 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuran Roma Antlaşması’yla resmen kurulmuş oldu. Hemen sonrasında Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (EURATOM) kuran ikinci antlaşmayı imzaladılar.
Kıta için Schuman’ın nedenli önemli olduğunu ve gelecek yüzyıllar için kıta adına ne kadar faydalı bir projeye imza attığını söylememek haksızlık olur. Schuman; 9 Mayıs 1950’de ‘‘9 Mayıs, Avrupa Birliği’nin doğum günüdür. Bu gün, Avrupa kıtasında, barış, dayanışma ve istikrar döneminin başlangıcını simgelemelidir. Avrupa tek bir defada ya da tek bir plan çerçevesinde oluşturulmayacaktır. Öncelikle fiili bir dayanışmayı yaratacak somut başarılar üzerine kurulacaktır’’ demişti. Schuman’ın bu sözlerinde de görüldüğü üzere Avrupa bütünleşmesinin Avrupa ulusu için ne denli önemli olduğunu sözlerinde çok net bir şekilde vurgulamıştır. Sürdürülebilir bir Avrupa istiyorsak eğer, çalışmaların en temelden yapılması gerektiğini dile getirmiştir.
Altılar olarak bilinen ve AET’yi meydana getiren antlaşmanın tarafları Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg kendi aralarında mal, hizmet, insan ve sermayenin serbest dolaşımını mümkün kılabilmek için ortak bir Pazar kurmaya karar verdiler. Fakat kıtada yer alan ve AET’nin dışında kalan ülkeler bu durumu pek hoş karşılamadılar ve İngiltere’nin başını çektiği bir muhalefet kitle meydana geldi. Muhalefet kitlesinin gerekçesi ise Avrupa haklıları arasında derin bir yakınlaşma oluşturacak birlik vaadini fazlasıyla federalist bulmalarıydı. Fakat AET’nin başarılı çalışmaları sonucunda muhalif kanatta başı çeken İngiltere, ani bir manevra ile 1961 yılında AET üyeliğine başvurmaya karar verdi. Fakat İngilizlerin başvurusu sonuçsuz kaldı. İngiltere, 1963 ve 1967 yıllarında iki kere üyeliğe başvuru yaptı fakat dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle tarafından veto edildi. Bunun nedeni ise şu şekilde yorumlanmıştır; İngiltere’nin kıta Avrupa’sından farklı bir yapıya sahip olması ve ülkenin topraklarının oldukça büyük olmasıydı. Ayrıca müttefiki ABD’ye ise fazla yakın bulunması bir engel olarak görülüyordu. İngiltere için bu engel çok uzun sürmedi. Zira De Gaulle’un 1969 yılında istifa etmesine en çok sevinenler şüphesiz ki İngilizler olmuştu. Müzakerelerin 1972’de tamamlanmasıyla İngiltere kendisi gibi EFTA üyesi olan Danimarka ve İrlanda ile birlikte 1 Ocak 1973’de AET’ye katıldı.
Artık Avrupa’da dokuzlar dönemi vardı.
Avrupa’da Kriz
Batı Avrupa’da 1973 yılında meydana gelen petrol krizi ekonomik büyümenin sonunu getirdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Enflasyon, işsizlik derken yaşanan krizler zincirleme olarak Avrupa’da yaşam standartlarına büyük darbe vurdu. Herkes birliğin sarsıldığını ve yok olacağını düşünürken birlik güzel bir adım attı ve yıllarca sürecek bir mekanizmanın ilk adımı bu kriz yıllarında atılmış oldu. Avrupa Komisyonu (yürütme), Bakanlar Konseyi (yasama), danışma meclisi niteliğindeki Avrupa Parlamentosundan oluşan ilk kurumsal üçgeni kurmuş oldu. Parlamento ilerleyen yıllarda bu hızlı büyümenin ve gelişmenin meyvelerini toplamaya başlamıştı. Bunların en önemlisi ise birlik artık gerçek bir birlik gibi çalışmaya başlamıştı. 1979 yılının sonrasında alınan kararların birinde şu madde vardı. Artık Parlamento oylaması olmaksızın hiçbir bütçe kararı alınamayacak ve hatta Parlamento onayı olmaksızın yeni bir üye ülke de kabul edilemeyecekti.
Yunanistan’ın Üyeliği
Yunanistan yedi yıllık askeri diktanın ardından 1974’de demokrasiye dönüp 1975’de AET’ye başvuruda bulundu. Yunanistan, aynı İngiltere’ye de olduğunu gibi birçok muhalif kitle ile karşılaştı. Bu muhalefet eden grupların bazıları Yunanistan’ın üyeliğe hazır olmadığını düşünürken, bazı kesimler ise Yunanistan’ın diğer üye devletlerle aynı değeri taşımadığını savunuyorlardı.
Altı yıl süren müzakereler sonucunda nihayet Yunanistan AET’ye üye olacaktı. Üye ülkeler Yunanistan’ın gelişiminin AET içerisinde daha rahat olacağına karar verdiler. Ve 1 Ocak 1981’de Yunanistan AET’nin 10. üyesi oldu. Bu durum aslında Avrupa Topluluğu içerisindeki dayanışmanın da oturmakta olduğunu gösteriyordu.
12 Üye 12 Devlet
Aynı Yunanistan’da olduğu gibi İspanya ve Portekiz’de diktatörlükten 1970’lerin ortalarında kurtuldu. Az gelişmiş ekonomilerinin yanı sıra ekonomileri neredeyse tarıma dayalıydı. Demokratik ve sanayileşmiş AET’ye üye olma istekleri bu iki ülke halkı için hem ekonomik bir çıkar yoldu, hem de ulaşım ve ticarette serbestlik anlamına geliyordu. Uzun süren reformlar sonrasında bu iki ülkenin 1 Ocak 1986’da AET üyeliği gerçekleşti.
Artık on ikiler dönemine girilmişti. 25 Mart 1953 yılında imzalanan Roma Antlaşması’ndan, 1 Ocak 1986’ya kadar geçen otuz üç yılda birlik iki katına çıkmıştı. Bu AET’nin daha da büyüyeceğinin göstergesiydi. Birlik içerisindeki idari sistemler yavaş yavaş yerine oturuyordu…
Sonun Başlangıcı
9 Kasım 1989’da toplanan çok büyük ve istekli kalabalık Doğu’yu Batı’dan ayıran, Almanya’yı ikiye bölen ve komünizmin sembolü olan ‘Berlin Duvarı’nı yıktı. Bu olayı 1986’de imzalanan ‘Avrupa Tek Şartı’nın somut bir başarısı olarak göstermemiz yanlış olmayacaktır. Kısa bir sürede Almanya birleşti ve AET’nin nüfus ve yüzölçümü olarak en büyük ülkesi oldu.
1991 yılında ise Sovyetler Birliği dağılmış ve bağımsız cumhuriyetlere bölünmüştü. Bu durum ‘Büyük Avrupa’ için şüphesiz ki bir fırsata dönüştürülebilirdi. Ve öylede oldu…
Üye ülkelerce onaylanan ve 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması, AET’yi Avrupa Birliği’ne dönüştürdü.
Maastricht Antlaşması ile atılan cesur adımlar genişlenenin devam edeceğinin habercisiydi aslında. Euro’ya geçiş kararları da bu dönemde alındı. Üye ülkeler ise bunu 2002 yılından itibaren uygulamaya başladılar.
Muhteşem Üçlü
Avrupa’nın beklide en istikrarlı ülkelerinden olan; Avusturya, Finlandiya ve İsveç 13 ay gibi kısa bir süre zarfında birliğe üyeliklerini gerçekleştirmişlerdir. Bu üç ülke ile birlikte Norveç’te Şubat 1993 – Mart 1994 tarihlerinde müzakereleri tamamlamıştır. Nitekim Norveç’in üyeliği iki kez gerçekleşen halk oylaması sonucunda AB’den yana kullanmayarak gerçekleşememiştir.
AB müzakerelerini en kısa sürede gerçekleştiren de bu ülkelerdir. Aynı zamanda AB’nin en istikrarlı ülkeleri arasında da görebiliriz bu üç ülkeyi. Gerek 2008 yılında yaşanan küresel krize ve gerekse Avrupa kıtasının geneline baktığımızda refah seviyesi ve yaşanabilir statünün en yüksek olduğu ülkeler konumundalar.
1 Ocak 1995 itibari ile Avrupa’da 15 üyeli bir birlik görüyoruz.
Büyük Genişleme
ovyetlerin dağılması ile bölgede başarı ve istikrarın sembolü olan AB üyeliğine kıtadaki hemen hemen her ülke olumlu bakıyordu. AB, eski komünist ülkelerinin demokrasi ve pazar ekonomisine geçebilmesi için desteklerde bulundu.
Daha önceki genişlemelerde en çok üç ülkenin üyeliği konuşulurken şimdi 12 ülke sıradaydı. AB’ye reabetin bu kadar yüksek olması aslında önemli mesajları da beraberinde getiriyordu. İlk başta 6 ülke için tasarlanmış birliğin 27 üye ile işleyeceğinin farkına varılmıştı. 1993 yılında gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde üye devletler dört yeni katılım kriteri belirlemişlerdir.
Bu kriterler şunlardı. Siyasi Kriter: Hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, azınlıkların korunmasına ve insan haklarına saygı. Ekonomik kriter: Pazar ekonomisine geçiş. Yaşama kriteri: AB mevzuatının benimsenmesi. Bir de AB’yi de ilgilendiren yeni üyeleri özümseme kapasitesi kriteriydi.
Bu kriterler üye olmak isteyen ülkeler tarafından ilk ölçüde ayrımcılık vb. söylemler ile olumsuz karşılanmıştır. Fakat reformların meydana gelmesi ile birlikte doğruluğu tüm çevrelerce anlaşılmıştır.
Müzakereler 1998 yılında 6 ülke (Çek Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs, Macaristan, Polonya ve Slovenya) ile başlamıştır. Diğer altı ülke (Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Romanya ve Slovakya) ise 2000 yılında müzakerelere başlamışlardır.
Sayfalarca mevzuat ve zorluklar ile gerçekleşen müzakeler sonucunda daha önceden öngörüldüğü gibi Romanya ve Bulgaristan dışındaki 10 ülke 1 Mayıs 2004’te birliğe katılmaya hazır olacaklardı.
Adaylığı gerçekleşmeyen iki ülke Bulgaristan ve Romanya ise ülkelerinde yaşadıkları yolsuzluk sorunlarını çöze bilmek için ciddi çaba sarf ettiler ve komisyonun onayı ile 1 Ocak 2007 tarihinde ‘Büyük AB’ genişlemesi 27 üyeli bir birlik oldu.
Üyelik müzakereleri Türkiye ile aynı tarihte başlayan Hırvatistan’ın 3 Ekim 2005’te başlayan AB serüveni 1 Temmuz 2013’te üye olmasıyla mutlu sona ulaşmıştır. Ve bu üyelik ile birlikte AB günümüzdeki son şeklini almıştır.
Altı ülke ile başlanılan düşünce günümüzde ki 28 üyeli halini almıştır. AB, sürekli kendisini sorgulamış ve güncellemiştir. Bu durum ise AB’nin uluslarüstü bir yapı olmasını sağlamıştır.
AB genişlemesinin 28 üyeli bir birlik ile sınırlı kalmayacağı ve Avrupa entegrasyonunun devam edeceği kanaatindeyim. (18 Kasım 2014 tarihinde akademikperspektif.com için yayınlanmıştır.)
Fatih Gökyıldız
Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
* Bu makale ilk olarak Akademik Perspektif Dergisinin Kasım 2014 sayısında yayınlanmıştır.