Yüzyıl, siyaset sahnesinde daha önce eşi görülmemiş kırılmalara sahne olan bir yüzyıl oldu. İki dünya savaşı ve Soğuk Savaş gibi üç küresel krizle bir dizi devrimsel dönüşüm, halkların ve devletlerin üzerinde izlerini bıraktı. Bu altüst oluşlar özellikle de Almanya’yı etkiledi; Avrupa’nın ortasında bulunan Almanya dünya savaşlarına uzanan gelişmelerden ve savaşın çıkışından esas olarak sorumluydu ve Soğuk Savaş’ın, ardından da iki kutuplu dünya düzeninin çökmesinin sonuçlarını doğrudan yaşadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dünya düzeninin yıkılışıyla Almanlar kendilerini iç ve dış siyasette tamamen farklı bir durumda buldular. Bu arada 1991 yılında sonuçlanan Sovyetler Birliği’nin yıkılma sürecinden karlı çıktılar. Çünkü Sovyetlerin çöküşü Doğu ve Batı Almanya’nın 1990’daki birleşmesini mümkün kıldı ve böylece yaklaşık yarım yüzyıldan sonra Almanya’nın tam egemenliğini elde etmesini sağladı.
SOĞUK SAVAŞ ÖNCESİ DÖNEM
Geçmişte Almanya’nın politikasının kurbanları ve karşıtları olan ülkelerin Almanya’nın yeniden birleşmesine verdiği onay, aradan geçen kırk yıldaki arınma sürecini taktirle karşıladıklarını, ve ayrıca Almanların bu dönemde ortaya koydukları yeniden inşa ve entegrasyon başarısının, geleceğin şekillenmesi için ihtiyaç duyulan köprü açısından yarattığı umudu da gösteriyordu. Bu değişimin başarısının önemli ayaklarından biri, Federal Almanya’nın 1949’daki kuruluşundan itibaren geliştirip istikrara kavuşturduğu dış politikasıydı.
Oluşan bu siyasi kültürün belirleyici bir özelliği, dış politikada geniş bir uzlaşıya ve belli unsurların devamlılığına dayanmaktı. Bu bağlamda öne çıkan unsurlar, Federal Almanya’nın ilk şansölyesi Konrad Adenauer’in (1949-1963) döneminden başlayarak transatlantik ilişkilerde ve Avrupa içinde entegrasyon, komşularla (özellikle de ellili yılların başından beri Fransa’yla) iyi komşuluk ilişkileri ve yine erken dönemlerde başlayan, zorlu bir konu olarak İsrail’le manevi barışmayı amaçlayan ilişkilerdi.
1960’lı yıllardan beri, özellikle de Willy Brandt’ın hükümet başkanlığı yaptığı 1969-1974 yıllarında Almanya’nın yöneldiği yeni politik rotada, Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkeleriyle olan ilişkileri dengelenmiş ve sürekli olarak da bu ilişkiler geliştirilmiştir.
Farklı federal hükümetlerin izlediği siyasetlerle adım adım şekillenen ve yerleşen Federal Alman dış politikasının temelinde çok taraflı işbirliği yapılarında entegrasyon yatmaktadır ve bu nitelikler önceden olduğu gibi bugün de geçerliliğini korumaktadır. İki dünya savaşının acı deneyimlerinin sonucunda komşu ülkeler, Almanya’nın tek başına hareket etmesini ve ihlallere girişmesini engellemek için Almanya’nın ittifaklara ve kontrol mekanizmalarına entegrasyonunu istiyorlardı. Ama komşuların bu talepleri dışında Almanların da, barış, güvenlik, refah ve demokrasi istekleri ve Doğu ve Batı Almanya’nın tekrar birleşmesi için uluslararası ittifaklarda yer alması gerektiğini bilmeleri de Almanya’nın uluslararası işbirliği yapılarına girmesini sağlayan önemli bir etkendir.
İKİ ALMANYA’NIN BİRLEŞMESİ
Birleşmiş Almanya’nın karşısına daha 1990’lı yıllarda baş edilmesi zor görevler çıktı. Öncelikle içerideki yeni durumla baş edilmesi gerekiyordu, bununla eş zamanlı olarak Almanlar dışarıda, dış politika alanında Almanya’nın alışık olmadığı türden bir rolle karşı karşıya kalmışlardı. Sorunlar madalyonun bir yüzü. Madalyonun diğer yüzü: Almanya’nın birleşmesi; dünyadaki genel eğilim olan bölünme, parçalanma, yıkıma karşı dikkate değer bir örnek oluşturuyordu. Sovyetler Birliği’nin, Yugoslavya’nın ve Çekoslovakya’nın parçalanması veya Etiyopya’nın Somali’nin ve Sudan’ın kısmen içeriden kısmen dışarıdan etkilerle dağılma sürecine girmesi ve bir kısmı da tanınmamış olan devlet yapılarının ortaya çıkması, aktörlerin sayısını bir anda artırdı, aynı zamanda da sorunların hızla karmaşıklaşmasına yol açtı. Farklı türden sürtüşmelerin ve çatışmaların sonucu olan bu sorunlar, Almanya’yı dış politika, güvenlik, ekonomi, maliye ve kalkınma politikaları açılarından şimdiye kadar karşılaşılmamış düzeyde zorluklarla uğraşmaya yöneltiyor.
Wichard Woyke, Soğuk Savaş‟ın sona ermesinden en fazla kazanç elde eden devletin Almanya olduğu tespitini yapmaktadır. Woyke bu kazançları şu şekilde sıralamaktadır.
- Soğuk Savaş’ın sona ermesi sürecinde iki Almanya ile eski işgal güçleri arasında imzalanan 2+4 Anlaşması ile Müttefiklerin Almanya üzerindeki tüm hakları sona erdi ve bu Almanya’ya tam egemenlik getirdi.
- Almanya birleşmeyle birlikte hem nüfus hem de yüzölçümü olarak büyüyerek daha güçlü bir devlet haline geldi. Birleşmenin ekonomik açıdan getireceği yüklerin yıllar içerisinde azalması ve avantaja dönüşmesi bekleniyordu.
- SSCB’nin dağılması sonucunda Almanya’nın çok önem verdiği Doğu Avrupa‟da kendisiyle ekonomik ve siyasi açıdan yarışabilecek bir güç kalmadı.
- Doğu-Batı bölünmüşlüğünün sona ermesi sonucu Almanya artık güvenlik açısından riskleri büyük olan bir sınır ülkesi olmaktan çıkarak etrafı dostlarla çevrili bir merkezi Avrupa ülkesi oldu.
- Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile dünya politikasında ekonomik gücün öneminin artması ve askeri gücün öneminin azalması sayesinde dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü olan Almanya’nın önemi artmıştır.
Alman dış politikası konusunda önemli uzmanlar arasında yer alan Christian Hacke de Soğuk Savaş’ın sona ermesinin Almanya’nın birleşme-sini mümkün kıldığını ve bunun da ülkenin dış politik hareket yeteneğini büyük ölçüde artırdığını vurgulamaktadır. Hacke’nin bu tespitini paylaşan Winfried Veit ise, Doğu Bloğunun yıkılması sonucu şekillenen uluslararası ortamın Almanya için yeni hareket alanları ve şanslar getirmesinin yanında aynı zamanda özellikle güvenlik açısından riskleri de barındırdığına dikkat çekmektedir. Birleşme sonrasında ülkeyi sekiz yıl daha yöneten Helmut Kohl hükümetinin yeni hareket alanını kullanma konusunda başarılı olmadığını da ifade eden Veit, onun ardından ülke yönetimini devralan Gerhard Schröder başbakanlığındaki SPD/Yeşiller koalisyonunun Soğuk Savaş sonrası dönemin şartlarına daha kolay uyum sağladığını ve bu dönemde riskleri azaltma ve yeni imkânları kullanma konusunda daha başarılı bir politika izlediğini belirtmektedir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Almanya’yı yöneten politikacılar da yeni dönemin Almanya açısından çok olumlu sonuçlar doğurduğu fikrine katılmaktadırlar. Dönemin Başbakanı Kohl’ün 1996 yılında Bundestag’da yaptığı bir konuşmada, “Almanya’nın 20. Yüzyılda daha önce olmadığı bir durumda bulunduğunu, ABD, Fransa, İngiltere ve Rusya ile aynı anda çok iyi ve dostça ilişkilere sahip olduğunu” vurgulaması ve “tarihin hangi döneminde Almanya’nın bu şekilde dostlar tarafından çevrelenmiş olduğunu” sorması Alman hükümetinin yeni uluslararası ortamdan memnuniyetini yansıtmaktaydı.
BİRLEŞİK ALMANYA’NIN DIS POLİTİKA YÖNELİMLERİ
Almanya, belirttiğimiz gibi büyük devlet havasına girmiş ve Uluslararası alanda kendi müttefiklerini de şaşırtan davranışlarda bulunmuştur. Örneğin, 1990’larin sonunda Almanya’nın uluslararası alana hızlı çıkısı, Ortak Pazar, daha sonra Avrupa Topluluğu’ndaki rolü, Yugoslavya buhranındaki davranışları uluslararası alanda çok sayıda spekülasyonlara yol açmıştır. 1990’da Almanya Avrupa Topluluğu’nda çalışma dili olarak Almancanın da kullanılmasını istemiş ve buna gerekçe olarak Avusturya, İsviçre ve Almanya ile birlikte 100 milyon insanın Almanca konuştuğunu ileri sürmüştür.
Almanya Avrupa Parlamentosunda yeni birleşme nedeniyle daha fazla üyelik istemiş ve çalışma dilinin Almanca olması gerektiğini açıklamıştır. Almanya’nın diğer bir hamlesi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde kendisine yer verilmesi, daimi üyelik ve veto hakkına sahip diğer büyük devletler gibi daimi üyelik-veto hakkı istemesi olmuştur.
Almanya, Fransa ve İngiltere’nin Alman Birliğine daha ılımlı yaklaşmaları için, Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik birliğinin tamamlanmasına yönelik hareketin önemli bir parçası olan, topluluğun daha fakir bölgelerine yardım yapılmasını içeren ekonomik yardımı arttırmakta kendi inisiyatifiyle yükümlülük üstlenerek mali birlik konusunda da uzlaşmacı bir tavır sergilemiştir. Bu şekilde Almanya’nın Avrupa bütünleşmesi kavramına sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermek istemiştir.
9. yüzyılın birbirine rakip milliyetçiliklerine, düşman koalisyonlarına ve bir güç
dengesinin barışı ayakta tutabileceğine yönelik yanılgılarına doğru tehlikeli bir geri dönüş olmaması için Topluluk ve NATO, dünya üzerinde yeni Avrupa’nın biçimlendirilmesinde gerekli temel direkler olarak kalmaktadır. Bu, yalnızca Avrupalı bir Almanya ya da Almanlaşmış bir Avrupa ya da kendisi ve dünyanın kendisiyle ilişkideki her parçası için tehlikelerle kaynayan bir Avrupa’dır.
1) ALMANYA-FRANSA
40 yıldır Alman-Fransız ortaklığı Avrupa’nın ardındaki itici güçtür. Ancak Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra geçen beş yılık süreç içinde birçok gerginlik noktaları baş göstermiştir. Fransa, güçlü, iddialı, birleşik bir Almanya’nın karsısında ikincil bir konuma düştüğü korkusuna kapılmıştır. Doğu Avrupa’ya dönük bir Alman hakimiyeti korkusu yeniden ortaya çıkmıştır. Almanlar, Fransa’nın Birlik konusundaki suskunluğundan, Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasına karsı gösterdikleri soğukluktan ve Avrupa’nın geleceği üzerine duydukları artan tereddütten kızgınlık duymaktadırlar. Fransa, ulus devlet egemenliğinden vazgeçmenin imkânsız olduğunu ileri sürmektedir.
Fransız Devlet Başkanı Jaques Chirac, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden unsurların en büyüğünün ortadan kalktığını ileri sürerek Avrupa güvenliği üzerine Amerika’nın yükümlülüklerinden birçoğunu bırakması gerektiğini savunmaktadır. Fransa’nın hedefi Fransız politikasının etkili olduğu daha büyük bir Avrupa oluşturmaktır.
Fransa savunma politikasında her zamanki geleneksel çelişkisiyle, ABD’ye bağımlılığın kesilmesi konusunda istekli, ama ABD’nin Almanya’nın kontrol altında tutulmasına yardımcı olması konusunda da ayni ölçüde hevesli bir görünüm sergilemektedir.
2) ALMANYA- AVRUPA BİRLİĞİ
İngiltere, AB’nin kurumlarının güçlenmesindense doğu ve merkezi Avrupa’ya daha çok mali yârdim yapılmasına taraftardır. Fransa, kendi tercihleri doğrultusunda AB’nin genişlemesine Almanya ile eşit bir şekilde karar verme mekanizmasında yer aldığı taktirde olumlu bakabileceğini ortaya koymuştur. Benelüx ülkeleri genişleme konusunda Almanya’yı desteklemektedirler. İspanya genişleme konusunda kendi önceliklerini düşünmektedir. Avrupa ülkelerinden AB’nin sınırlarının doğuya doğru genişlemesine yönelik lehte ya da aleyhte yükselen söylemlere karşın, genişleme Almanya’nın Avrupa politikasının temelidir.
Avrupa’nın düşüncesine göre, kurallar öyle şekilde koyulmalı ki, Almanya’nın üstünlüğü ve hâkimiyet kurması anlamına gelmesin. Ancak Avrupa’nın bütünleşmesinden yana kişilerin çoğu, Almanlar henüz ülkedeki sorunların yarattığı şaşkınlık içinde bunlarla ilgilenirken bir an önce harekete geçilmesi ve girişimlerde bulunulması gerektiği fikrindedir.
Birlik konusundaki bu güçlükler yetmezmiş gibi Avrupa bir de küresel ekonominin üç kişilik takımında -Kanada ve Meksika ile serbest bir ticaret bölgesi çerçevesinde birleşen ABD ile Japonya’nın yanında kendi meşru yerini bulma mücadelesiyle karşı karşıyadır. Bu, teknolojik gelişmenin nüfuz alanı içinde kendi sahasını açmak için Avrupa’nın birleşmesi gerektiği anlamına geliyor.
3) ALMANYA- DOĞU AVRUPA
Almanya’nın Doğu Avrupa üzerindeki çıkarları soğuk savaş döneminden çok daha fazladır. Birleşik Almanya’nın politikası radikalizme sapmadan Batı Almanya’nın Doğu Avrupa’ya yönelik izlediği politikalardan farklı sonuçlar üretebilecektir. Çünkü birleşik Almanya’nın stratejik opsiyonları Batı Almanya’nın sahip olduğundan çok daha geniştir. Almanya, güvenliğin askeri kavramlarla tanımlandığı soğuk savaş dönemindeki Batı dünyasının etkisiz bir üyesi olmaktan çıkmış,ve kendisini, askeri bir güç olmaksızın da etki altında tutabileceği daha geniş bir dünyanın merkezinde bulmuştur. Birleşmeden bu yana Almanya’nın en temel dış politika hedefi, Doğu ve Batı Avrupa’yı birbirine bağlamaktır. Alman ticaret ve yardım delegasyonları, bankacıları, yatırımcıları, kültürel değişim misyonları ve turistleri, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nin yeni bağımsızlığına kavuşmuş cumhuriyetlerinde çok aktif bir durumdadırlar.
4) ALMANYA-AMERİKA BİRLESİK DEVLETLERİ
Kıta Avrupa’sında tüm bu gelişmeler meydana gelirken; Almanya izlemiş olduğu politikalarla Avrupa`ya yeni bir sekil verirken,Fransız dış politika yaklaşımları/söylemlerinde sık sık dile getirildiği üzere- ABD’yi hiçbir zaman unutmamıştır. Çünkü 20. yüzyıl Avrupa tarihinin ortaya koyduğu en önemli derslerden birisi: Avrupa istikrarı için ABD’nin gerekli oluşudur. ABD stratejik bağlantısı Almanya’nın güvenliği için öncelikli bir konudur.
Almanya’nın tarihsel gelişim süreci boyunca, büyük bir kıtasal gücün varlığından duyduğu sıkıntı, geleneksel bir sorun olarak var olmuştur. Çok sayıda ülke ile komşu olması, komşu ya da komşularına karşı duymuş olduğu güvenlik endişesi daha güçlü bir Almanya oluşturma düşüncesini beslemiş; daha güçlü bir Almanya ise ironik bir şekilde daha fazla izole bir duruma itilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu anlamda, İkinci Dünya Savaşı sonrası uzak bir deniz gücü olan ABD ile ittifak, bu güvenlik çıkmazının aşılmasında önemli rol oynamıştır. Bu çerçevede, soğuk savaş boyunca ABD güvenlik şemsiyesi Almanya’nın güvenliği için hayati önem taşımıştır.
SONUÇ
Dünya tarihinde siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan önemli roller üstlenen Almanların, 1871 yılında Alman Birliği’nin sağlanmasıyla kurdukları ulusal devlet ve Birinci, İkinci Dünya Savaşları sonrasında onun devamı olarak kurdukları devletlerin çatısı altında izledikleri dış politikayla, dünyanın gelişimini çok önemli oranda etkileyen birkaç halktan biri olduklarını ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Bu dönem içerisinde, egemenliklerini ya da ulusal birliklerini sınırlayan engelleri ortadan kaldırıp belirli bir güç konsantrasyonunu sağladıkları zaman saldırgan ve yayılmacı bir dış politika izleyen, Avrupa’nın geleneksel güçlerini de bu yayılmacı politikanın hedefi haline getirmekten çekinmeyen tutumları ve Avrupa‟da en kalabalık nüfusu oluşturan bir halk olarak bu özelliklere sahip olmaları nedeniyle Almanlara karşı sürekli kuşkuyla yaklaşılmıştır. Bu nedenle, böyle bir güç konsantrasyonunu elde etmesinin önüne geçmek için Almanya’nın sık sık ciddi egemenlik sınırlamalarına maruz bırakılması söz konusu olmuştur. 1919-1933 ve 1945-1990 arasında bu tür sınırlamalarla karşı karşıya kalan Almanya bu dönemlerde, ya silahsızlanma ve bazı bölgelerinin askersizleştirilmesi ya da topraklarının bir kısmının elinden alınması veya iki ayrı ülkeye bölünmesi gibi yöntemlerle denetim altında tutulmaya çalışılmıştır.
1990 tarihinde iki Almanya’nın birleşmesi ile bu türden yeni bir denetim döneminin sona ermesinden dolayı, üzerindeki egemenlik sınırlamaları ortadan kalkan Almanya’nın bu dönemde nasıl bir dış politika izleyeceği de yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Aslında bu tartışmanın daha birleşme öncesinde başladığını, Federal Almanya’nın en sıkı müttefikleri olan İngiltere ve Fransa‟da iki Almanya’nın birleşmesine karşı, açıkça dile getirilmekten çekinilmeyen şüphelerin varlığını belirtmek faydalı olacaktır. Bu şüphelere rağmen Bush ve Gorbaçov‟un destekleri ile birleşme sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmiş ve Almanya bütün toprakları üzerinde tam egemen olmaya yetkili kılınmıştır.
Uzun dönemde Almanya’nın dünya politikasındaki rolünün ne olacağı konusu uluslararası siyasal sitemin nasıl bir şekil alacağı sorusu ile yakından ilgilidir. Eğer beklenildiği gibi, uluslararası politikada Çin‟in ağırlığının artacağı Asya merkezli bir uluslararası sisteme doğru gidilmesi söz konusu olacaksa, Avrupa’nın etkinliğinin azalmasına paralel olarak Almanya’nın dünya politikasındaki rolünün de azalacağı öngörüsünde bulunulabilir. Ancak Almanya’nın Avrupa’nın siyasal, ekonomik ve kültürel yaşamında oynadığı etkin rolün süreceğini ve Avrupa’nın dünya siyasal sisteminin önemli bir parçası olmaya devam etmesi durumunda, Berlin’in izleyeceği dış politikanın da dünyanın diğer ülkeleri tarafından dikkatle takip edilmeye devam edileceğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır. (9 Aralık 2014 Akademikperspektif.com makalesidir.)
EMİN TAŞ
Ahi Evran Üniversitesi, Uluslar Arası Ilışkiler